Mart- Nisan aylarından itibaren güneş bize daha dostça bakar; o karşıdaki fundalıkların arasından başını uzatır, koyun üstünden Özbek/ Eğri limana’ a bütün güzelliğini ve parlaklığını bırakır. Sonra yavaş yavaş yoluna devam eder, akşama doğru kaybolur gider.
Koy dediğimiz Çeşme- Karaburun denizinden içeriye doğru kıvrılarak karada kendine yer açmış küçük bir deniz, bir göl… Etrafında fundalıklarla kaplı tepeler ve birkaç yazlık site yer alır. Bu sitelerden biri de bizim oturduğumuz Dişhekimleri Sitesidir. İşte bu koy bizim sayılır, tapusu yoktur ama etrafındakilere öylesine bir dost eli uzatmıştır ki orada olanlar onu kendinden sayar. Sadece bizler mi? Sanmıyorum, benim gördüğüm koydaki balıklar, tekneler, karnını balıklarla doyurmaya çalışan kediler, martılar, deniz kestaneleri, kaplumbağalar, yosunlar.. Bu koyun nüfusuna kayıtlıdır sanki. Hepsi bu koyun çocukları gibidir… Kışın ortasında fırtına hepsini üzer, mayısla açan güneş yazın gelişine işaret sayılır. Sevinç çığlıklarını iyi bir gözlemci iseniz fark edebilirsiniz. Çünkü yaz şenliktir burada. Tekneler harekete geçer, Karaburun, Foça, en yakın Akkum’ a seferler başlar, kendi teknesiyle denize açılanlar yüzmede balıklarla adeta yarış eder. Kışın açlığını balık tutarak gideren kediler yaz döneminde denize uğramaz, dostluklarını kışa saklarlar.
Çocuklar denizin tadını çıkarır, yüzmeyi dalmayı, çıkmayı, yutulan deniz suyunun genzine kaçışını burada öğrenir. Çocuklara burada zaman sınırsızdır, yedi de başlayan hayat gecenin yarısına kadar oyunla uzar gider.
Sanki kışın şehirde apartmanlara sıkışmışlıklarının öcünü burada alırlar.. Yaşamlarının bu evresi eğer akıllarında kalırsa yaşadığımız şehirleri de böyle yaparlar diye umalım!
Ya biz büyükler? Yaşamın hızını burada yavaşlatmayı, sakinliği tercih etmemize ne denir? Galiba yaşlanmak bu, yazın hızını ayrı bir maceranın girişi olarak görenlerle, yaşadıklarını kâfi görenlerin zimni buluşması. Ağır akan dostluklar, az içilen rakılar, torun peşinde koşma sevgisini iliklerinde yaşayanlar… Ne olursa olsun dostlukların geliştiği, sınandığı yerdir aynı zamanda yazlıklar. Yaşamın ustası iseniz dostlukları bir merhabadan öteye taşır, sevince dönüştürüşünüz, değilseniz kış güneşi gibi ömrü kısa olur. Başlar ve bitirirsiniz.
Sitede sanırım en çok çocukların dostlukları sorunsuz yürüyor. Küçük küsmeler, oyunbozanlıklar olsa da en mutlu olanlar onlar. Küslükleri bir oyunluk zamana sığıyor galiba.
Ya dedeler? Onlar da ömürlerinin sevincini torunlarıyla taçlandıranlardan…. Başka zaman ayakta duramayacak dede, torun olunca dünyanın en atletik sporcusuna dönüşüyor bir anda. Torunun denizde bir kulaç atışı, öğrendiği bisikletiyle bir pedal çevirişi bir servet değerindedir onun için.
Bir yazlık sitenin akşamına geliyoruz! Günün sıcaklığı yerini akşamın serinliğine bırakmış, ayaklarınız sizi denizin kenarına masayı komaya teşvik ediyorsa… Artık akşamdır zaman… Ve siz zaten buna meyilli iseniz bence şu masayı denizin kenarına kurun! Masanın ayaklarını denizin hafif dalgaları yalasın dursun. İyot genzinize kaçsın, derin bir nefes alın, Karaburun’ dan gelen denizin kokusu ciğerlerinize girsin. Ayaklarınızın dibinden geçen küçücük balıklara ilişmeyin onların da canı var! Tam da fundalıklardan doğan güneşin yerini, akşam denizle oynaşan hınzır yakamozlar almışken, siz, bence masayı temiz örtüler, billur kaseler, Urla ve Ege’ nin binbir çeşit mezeleriyle donatın.
Ha yazın uçarılığı, hercailiği… bırakın karada kalsın! Onlar sizden geçti! Masa demişken erbabı bilir. Büyük şair Edip Cansever’ in “Masada Masaymış Ha” şiirinde de bir masa var. Biz, dikkat ettiyseniz masamıza Ege’ nin mezelerini, balıklarını, bir tutam sevgimizi bir de Müzeyyen Senar’ dan “Benzemez Kimse Sana” yı koymuştuk.
Oysa şair bu kadara razı değil; Bakın neler koymuş masaya:
(…)
“ Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu, kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu”
Aslında uzun bir şiir biz kısa bir bölümünü buraya aldık. Peki, elimizde iki masa varken şimdi ne yapacağız? Gelin ortasını bulalım; bizim masamıza şairin masasını ekleyelim. Şiir, müzik, zarafet bu masada yerini alsın! Okunan şiirler, çalınan ve dinlenen müzik… Şarkılar giderek hüzzam makamına dönmüş, Urla’nın kara kısmından hafifi bir esinti, Özbek’ in deniz kısmından imbat gelmişse ve masada bir de şiirler okunuyorsa, keyfinize diyecek yoktur…
Bu güneş var ya, bu, beni bu yaz düşleri içine sürükledi. Sonra döndüm bahçemizde güneşe yüzünü dönmüş olan güllere, ortancalara, papatyalara, adını bilmediğim envayi çeşit çiçeklere baktım. Sanki hepsi sabah güneşi ile merhabalaşıyor, canlı, neşeli hallerini ortaya döküyordu. İşin kötüsü kuşlar da bu şenliğe ötüşleriyle katılıyordu.
Saat ilerleyip güneş tepeye çıkınca seslerini kesip, uykuya dalıyorlardı. Ne güzel bir ahenk ve uyum! Ya büyük ağır abi ağaçlar. Limonlar, mandalina ağaçları, nar, çam, ceviz ve manolyalar? Yan komşuda ceviz ağacı? Kışın nerdeyse kurumaya yüz tutmuştu. Şimdi baktım, yaprakları yağ sürülmüş gibi parlak ve canlı. Daha yeni delikanlılar gibi…
Öykü yazarı usta kalem Ahmet Büke de, “İzmir Postası’ nın Adamları” nda bir ceviz ağacını anlatır. Yaşlanmış, yıllara meydan okuyan bir ağaçtır bu.
“Eski ceviz, belinden en az yirmi yıl önce çatal yapıp uzattığı yorgun kolunu yanı başındaki istasyon binasının kiremitlerine dayamış, son yapraklarından sıyrılmayı bekliyordu. (…) Sabahları dalgacı kargalardan ve ürkek serçe sürülerinden başka uğrayanı yoktu. Üzerinde kalan birkaç kurtlu meyvesi de, eli kulağında yere düşmek üzere zayıf saplarında sallanıyordu.” Büke’ nin ceviz ağacı, Akhisar Tren Garı’ nda yaşananlara tanıklık eder. Rötarlı trenler, boyası eskimiş banklar, her gün aynı şeyleri tekrarlamaktan dolay yaşam sevincini yitirmiş gar görevlisi ve karısı…
Ha, bir de, Cerci Reşat ve karısı Feriye, Laz Osman ve Fethi de bu tanıklıkların içinde olanlardır.
Ceviz ağacının kimse farkında değildir ama o her şeyi görür, yaşlanmış dalları ve yapraklarıyla olan biteninin farkındadır. Cerci Reşat’ın bir gün ansızın öldürülmesi, güzel karısı Feriye’nin Laz Osman’a gelişi.
Terzilik yapan Laz Osman’ nın kullandığı makasın eski değil de yeni olduğundan şüphelenen Feriye’ nin aklına düşenler…
Fethi’ nin kuşkuları…
Feriye’nin bütün bu olan bitenlerden sonra kaybolup gidişi….
Hikâye Akhisar Tren Garı’ nın çevresindedir; Ahmet Büken’ nin ”… yolcuların kasaba kokan ayak seslerinin” dediği yer yani. Bir başka deyişle yer Ege’ nin taşrasında, kırsalındadır.
Nurdan Gürbilek, “Her gün aynı saate geçen bir tren sesinin böldüğü,(…) kendi içlerinde bir şeyin daraldığını, (…) şehirlilerin ise en çok Pazar öğleden sonralarında tanıyacakları bir sıkıntı.” olarak tarif eder buralarda yaşananları.
Bunalmış, çıkışı olmayan bir yaşam, bir trajediler zinciri..
İşte Büke’ nin yaşlı ceviz ağacı bütün bunları görür.
Ya bizim sitedeki ceviz ağacı?
O da yaşlanacak, onlarca yıldan sonra hikâyelere tanık olacak..
Nice sırları dalları arasında saklayacak.
Onun için önünde çok bahar var, kış var.
Onlarca yazlıkçı gelip geçecek.
Buradaki yaşamın akışı, bir tren istasyonundakinden daha hızlı aktığı için belki de bizim cevizin
başı dönecek.
Baksanıza şimdiden onlarca kuş o gür dallar arasında sabah şarkılarını söylemiyor mu?
Bir bıkkınlık, bezginlik, hayattan kaçış burada yok!
Sonuçta bu yazarlar böyle işte, bir tren garında ‘ kasaba kokan ayak sesleri’ yle var olan insanların öykülerini görmüş bir ceviz ağacının tanıklığı ile bize anlatıyorlar.
Bir ağaç, bir tren istasyonu, yaşama sevincini yitirmiş istasyon civarındaki insanlar…
Necati, Cumalı’ nın Mine’ sindeki tren Garı gibi.
Ya da Oğuz Atay’ının “Demiryolu Hikâyecileri” indeki dağ başındaki istasyonunda yaşananlar…
Bir de, Nazım’ın “Ben bir ceviz ağacıyım/ Gülhane Parkı’ nda/ Budak budak” diye bildiğimiz ceviz ağacı var ki…
Nerden nereye, Dişhekimleri Sitesi’ nden ceviz ağacına geldik.
Aslında her nesne hayatımıza bir karşılık bırakıyor.
Biz onu tercüme etmek için arkasından koşuyoruz.
Oysa o her gün bize bakıyor.