“Hadi bakalım Semanur, bir mont seç kendine, bir de ayağına göre bir bot,” dedi öğretmeni sevgi dolu bir sesle, onun mavi gözlerinin içine bakarak. Sevdiği renk olan pembe renkli bir mont ile beyaz bir bot beğendi kendine. Montu alıp giydi, mağazadaki gibi boy aynasından bakmasa da montun üzerine tam oturduğunu düşünüp sevindi.
“Sana çok yakıştı kızım, tam da sana göreymiş bu mont.”
Onun ise gözü kırmızı renkli küçük monttaydı hep. Eline alıp baktı, sonra öğretmenin gözlerine bakarak yerine bıraktı.
‘‘Keşke öğretmenim bu kırmızı montu verse de kardeşime götürsem,’’ diye düşündü içinden kendi kendine ezilerek.
“Onu da mı istiyorsun,” diyerek seslenen öğretmenin sesi ile kendine geldi Semanur.
“Hayır öğretmenim.”
“İstiyorum dercesine baktın ama kızım.”
“Evet öğretmenim ama kendim içim değil, kardeşim için isteyecektim. O montun içi yünlüdür, ben onu da kardeşime almak istiyorum, kardeşim daha küçük öğretmenim, seneye okula gelecek ama bu mont ona olur. Kardeşim dışarıya çıkınca üşüyor, bu kırmızı montu kardeşime verir misiniz?”
“Kardeşine de vermek istiyorum ama biz önce hepsini dağıtalım, kalırsa o zaman, bir tane de senin kardeşine veririz, sen sonra bir daha gel, olur mu kızım.”
“Ne olursun öğretmenim, bu çok güzeeel ama kardeşimin de montu yok, dışarıya çıkınca üşüyor. Onu kardeşime verin öğretmenim, sonra bu monttan kalmaz ki.”
Öğretmen, onu incitmemek için kelimelerini özenle seçti konuşurken.
“Hayır kızım, senin hakkın bir mont, bir bot, şu anda değil ama sonra bir tane de daha verebiliriz.”
“Benim babam yok öğretmenim” dedi derin bir ah çekerken gözleri doldu. “Babam olsaydı, içi yünlü o kırmızı montu kardeşime alırdı, ben de istemezdim o zaman.” Sustu, yutkundu, boğazına kocaman bir yumruk tıkandı.
“Anladım kızım, sen yarın bir daha gel yanıma, kalırsa onu da veririz.”
Kafasını önüne eğip tamam öğretmenim, dedi, sonra dönüp gitti. Giderken içinde kopan bir fırtına gözyaşlarını alıp göz kapaklarından dışarıya savuruyordu. Göğsü ıslanmış, mavi gözleri kızıllaşmış gök gibi kızarmıştı. Mendilini çıkarıp gözlerini sildi. Yutkundu hıçkırıklarını içine gömüp içeriye girdi.
Babası ölümle biten bir kavgaya karışmış, genç yaşta cezaevine düşmüştü. Birkaç sene sonra da annesi başka biriyle evlenip gitmişti buralardan. Semanur, kendinden iki yaş küçük kardeşi ile birlikte babaannesinde kalıyordu. Büyük bir özveriyle bakıyordu torunlarına yaşlı kadın. Baktığın zaman hep bir hüzün görünürdü gözlerinde.
Nemli gözlerini bir yağmur kaplamıştı. Dokunmaya, bir şey demeye gelmez hemen ağlayan nazik bir çocuktu. Birazdan gözyaşları akacak, bizi alıp götürecek buralardan. Çok duygulu, gururlu ve onurluydu Senanur. Okul müdürünün çekmecesi onun çizip hediye ettiği resimlerle doluydu. Sevgi dolu bir çocuktu, zil çalar çalmaz hemen koşup müdür odasının önüne gelir, şeffaf kapıdan içeriye bakardı, müdür onu görüp gülümseyerek baktığı zaman içeriye girerdi.
“Müdürüm” deyip sarılırdı, yaptığı resimleri ona hediye ederdi.
“Çok güzel resim çizmişsin, tıpkı senin yüreğin gibi, tıpkı senin gözlerin gibi güzel olmuş kızım,” dedi ona. Sonra dikkatini bilgisayardan alıp ona çevirdi, gözlerine baktı.
“Dur bakalım, Semanur, dur, sen ağladın mı, söyle kızım, ne oldu, niye ağladın kızım, bana söyle haydi kızım.”
‘‘Hayır müdürüm, bir şey olmadı, ben dağıtılan montlardan bir tane de küçük kardeşime almak istedim, onu bana vermediler onun için ağladım, kırmızı bir mont vardı, çok güzeldi ama müdürüm.’’
“Tamam kızım sen ağlama, ben bakacağım o işe. Haydı şimdi sen sınıfına git, güzel kızım.”
Okula gelip müdür beyle görüştüğü zaman durumu anlatmıştı yaşlı kadın. Bu torunların bütün yükü benim sırtımda kaldı, demişti. Gözyaşları akıtarak söylemişti:
“Oğlum cezaevine düştü müdür bey,’’ demişti.
“Dedesi desen bana hayrı yok ki torunlarına da baksın. Her gün kahveye gidiyor, eve de geç geliyor, bir daha gitmez olsun inşallah. Ben bu yaşlı halimle o kadar zorlukla her gün torunları yedirip içirip giydirirken o uğursuz adam kahvede taş döşüyor her gün,” demişti.
Sonra sustu Semanur. Susmak değildi derinden sessizce ağlayıştı. Yüzünden hüzün damlıyordu, birlikte üzüldüler.
“Semanur, haydi sen gel yanıma, ne ihtiyacın varsa hepsini yazalım, ben alırım.”
“Kendime bir şey istemiyorum, ben kardeşime istiyorum.”
“Tamam işte, sen ne istiyorsan hepsini yaz.”
“Kardeşime kırmızı mont ve bir de o beyaz botlar var ya. İşte bir de onlardan istiyorum müdürüm.”
Baban yoksa kimsen yoktur bu dünyada. Baban yoksa bir ailen de yok aslında. Baban yoksa sen bir hiçsin bu âlemde, kimse sana değer vermez, dinlemez kimse seni. Gönlün hep kırık, gözün hep sönük olur. Bu yüzdendir hep hayatında hep bir eksiklik vardır. Hep eksiktir, hep boşluktur, hep uçurumdur hayatın. Hep bir boşluk vardır içinde. Dokunsalar hemencecik ağlarsın, dokunsalar hemen düşersin, Hayatın en kısa özeti budur aslında.
Dikenini kırmaz hiçbir gül. Anne bir gül ise baba gül ağacıdır, gül ağacı. Semanur ve kardeşinin gülü solmuş ve ölmüştü, üstelik gül ağacı da kurumuştu.
Yetim olmak dünyanın en yetim duygusudur bu dünyada. Bütün şefkat ve cömertlik yetimlere emanet edilmiştir sanki.