İnsanlar, teknoloji ve dünya gelişirken, bir yandan güzel şeylerin yok edilmesi ne kadar acı… Eskinin keyifli ve buğulu anılarını hatırlatan her şey tek tek yok oluyor. En kötüsü de bunlara tanık olurken hiçbir şey yapamamak. Silik anıları canlandıran evler, duvarlar ve hatta tek bir ağaç bile hiçliğe gömülürken tek kelime edememenin verdiği acıyı başka bir şeyde tatmadım.
Kemalpaşa Örnekköy… Birbirinden renkli anılarımı ve tasasız, masum çocukluğumu simgeleyen güzel köyüm… Cumartesi günleri valizlerimizi bagaja doldurup yola çıkardık. Köye gitmek çok eğlenceliydi. Arka tarafta abim ve ablamla gülüşüp durur, yol kenarındaki ağaçları izler ve kelime türetmece oynardık. Babam bazen yolculuk daha güzel olsun diye orman yolundan götürürdü bizi. Derinlere iyice girince başını camdan çıkarıp var gücüyle haykırırdı. Biz de ona eşlik ederdik. Hatta bazen annem bile bizimle bağırırdı.
Akşam karanlığında köye yönelen yolda bahçelerin içinden giderken babam anneannemi arayıp, “Biz yaklaştık anne, düdüklüye patates koyar mısın?” derdi. Geç vakitte yorgun argın eve vardığımızda anneannem haşlanmış patatesleri yer sofrasına koymuş olurdu. O patatesin tadı en güzel sofralardaki en güzel yemeklerde bile yoktu. Ardından dedem sobada kestane de pişirirdi. Sonra bir bakmışız, herkes bir yerlerde uyuya kalmış.
Güzeldi dedemlerin evi. Dedem ve üç erkek kardeşi kocaman bir arsanın içindeki evlerinde yaşıyordu. Bahçelere doğru giden arka tarafta bir samanlık ve büyükçe bir kümes vardı. Dedemler bir de fırın inşa etmişlerdi oraya. Küçük bir taş fırın. Orası kuzenim Azra ile en güzel çocukluk anılarımızı biriktirdiğimiz yerdi. Anneannemle komşu kadınlar ekmek hamuru mayalayıp hep birlikte ekmek pişirirlerdi. Sıcacık köy ekmeği pişince de fırının oraya bir masa kurulur; zeytin, yağ ve acılı ile sofra kurulurdu. Acılıyı da kendimiz yapardık. İmece usulü arka tarafta domatesler soyulur, koca bir kazanda ateş yakıp kaynatılırdı. Bir kısmı domates soslarıyla birlikte kış için kavanozlara doldurulurdu. Aynı şekilde koca dut ağacından dut döküp reçel kaynatılırdı…
Azra’yla arka tarafta çamurdan pastalar, içi çakıl taşlarıyla dolu yaprak sarmalar, hatta etraftan topladığımız çiçeklerin özleriyle parfüm ve kokular yapıp hayali dükkânımızda satardık. Bazen dedemle babamın yaptığı tahta atlara binip abimin tahta kılıçlarıyla diyar diyar dolaşır, korsan ve hırsızlarla savaşırdık. Yorulunca evin önünde akan kanala ayaklarımızı sokup dinlenirdik.
Gözümü kapattığımda hatırlayabildiğim o anılara şimdi neler oluyor dersiniz? Azra ile akşama kadar hiç yorulmadan oyunlar oynadığımız o fırına, samanlığa ve kümese, acılı ve ekmek yaptığımız o güzel arka tarafa neler oluyor şimdi? Eski kiremit tavanı tek tek sökülmüş samanlığın. Otoban için yol geçecekmiş. Artık bir daha o taş fırından ekmek kokusu, reçel kokusu yükselmeyecek. Tek amaçları “daha çok para” olan insanlar, çocukluğumuzu öldürdüklerinden haberleri bile olmadan yaşayıp gidecekler. Biz de çocuklarımıza o özel yeri sadece fotoğraflar ve silik anılarımızla anlatabileceğiz… Acılı olan, bu!