Sürü geriye dönünce it başta kalırmış. Vaktiyle çalıştığım bir yerlerin birinde duymuştum. Neresidir, diye sormayın, hatırlayamam, zaten önemli olan da bu değil; önemli olan, zaman içerisinde hayatın bize bunu öğrettiğidir. Nitekim özellikle TV kanallarında ahkâm kesen kerametleri kendilerinden menkul zat-ı muhteremlerin -katlanabilirseniz- söylediklerine birkaç dakika kulak verdiğinizde bu gerçekle karşılaşırsınız. Daha bu sabah bir TV kanalında unvanı “hukukçu” olan biri delta varyantına karşı hangi aşının daha etkili olduğuna dair -utanmadan, sıkılmadan- adeta söylev veriyordu.
Aynısının tıpkısı bizim şu edebiyat âleminde de mevcut tabii. Üzerinden epey geçti; ille de okumam için şiir dosyasını burnuma dayayan gençten biri, “İlerde Nâzım’ı geçmeyi düşünüyorum abi,” demişti. Şair dediğinin bir iddiası olmalı, eyvallah ama zırva ile iddianın farkını da bilmek lazım. Bir edebiyat sitesinde ise adlarını hiç duymadığım, yarı yaşımdan bile küçük, henüz bir ya da birkaç kitabı yayımlanmış/yayımlanmamış bazılarının nasıl yazar olduklarını anlatmaları dikkatimi çekti. Yani yazar olduklarını kabul edip o “kat”a hangi dolambaçlı yollardan geldiklerini anlatıyorlar. Valla benim bunu anlamam mümkün değil. İmza ve söyleşi günleri için gittiğim yüzlerce etkinliğin yüzlercesinde özellikle öğrenci okurlardan ben de alıyorum bu tip soruları. Hepsine de emekli bir eğitimci olduğumu, yanı sıra yazıp çizdiğimi, yazıp çizdiklerimi bazı yayınevlerinin yayımladıklarını söylüyorum. Ben dünyanın hiçbir yerinde kendimi “yazar” olarak tanıtmadım. Yazar olduğumu takdir sorunu, her zaman karşı tarafındır. Nitekim çok geçmişte kalan bir zamanda yıllardır dergicilik yapan yazarın biri benim için “Ona yazar denmez!” demişti. Ben de ona bir karşı-yazı kaleme alıp “Hayır, ben yazarım!” demedim. O öyle görmüş, canı sağ olsun, deyip geçtim. Fakat efendim neymiş, yazarlık kötü bir şey miymiş? Tabii ki değil; aksine, bu kültür çölünü yeşertmek için verilen her çaba takdir ve taltif edilmelidir. Benim genç yazar kardeşlerime tavsiyem, hemen “oldum” dememeleri, alçakgönüllülüğü elden bırakmadan okumaya ve yazmaya daha çok önem vermeleri… Çünkü inanın nasıl yazar olduklarını anlatırlarken bile ciddi dil ve anlatım yanlışlıkları yapıyorlar.
Bir süre öncesine kadar 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi dekanlığı da yapan değerli kardeşim Prof. Dr. Semih Çelenk sosyal medyada bunun mücadelesini çok verdi; rastlıyorum, zaman zaman sürdürüyor. Konu şu: Olur olmaz laf salatasını Can Yücel’e, C. Süreya’ya, Ö. Asaf’a, S. Ali’ye yüklemek… Sanki o zırvalar bu insanlara aitmiş gibi. Yapanlar eğer tanıdığım -özellikle- öğretmen arkadaşlarsa uyarıyorum. “Bu dil ve anlatım yanlışlarıyla dolu metin Can Yücel’in hangi kitabından alınmış?” diye soruyorum. Yanıt: Tısss! Bazıları (ki bu bazılarıyla neredeyse yarım yüzyıllık tanışıklığımız, bazılarıylaysa yakın dostluğumuz var, buna rağmen) beni arkadaşlıktan atarak yanıtlamış oluyorlar. Valla canıma minnet. Gerçeğe dost kalmak benim için daha değerli ve önemli. Fakat bu yönelim beni başka yönlerden fena halde üzüyor. Birincisi, bu ‘dostlar’dan birçoğunun öğretmen olması, ikincisi, çevresinde aydın, ilerici vs olarak bilinmeleri ve uyarılınca darılıp kırılmaları, şişik egolarını bir türlü yenememeleri… “Ben böyle saçma bir metin kaleme alsam, altına da sizin adınızı yazsam tavrınız ne olur?” diye sorduğumda yarım ağızla “Haklısınız, ben bir yerde gördüm, hoşuma gitti, kesip aldım” gibi bir yanıt alıyorum. Kabul ama hayat öyle “kes-yapıştır”la ilerlemiyor. Sen düşün, sen!