Tam bir ay sonra, yani 17 Şubat günü eleştirmen Mehmet H. Doğan’ın 13. ölüm yılı… Ne zaman hatırlasam içimden “Hayret yau, unutuldu gitti galiba,” diyorum ve inanın çok üzülüyorum. Oysa iyi bir eleştirmen olmasının yanı sıra sıkı bir okur olduğunu düşünüyorum. Burada, imgelem’ın yakın geçmiş bir sayfasında 1986’da küçük bir tatsızlık yaşadığımızı ve birkaç yıl küs kaldığımızı yazmıştım yazmasına ya, cıvık duygusallığı oldum olası hiç sevmediğim için özellikle şiirimize verdiği emeği inkâr etmem mümkün değil. Bu bir yana, ta lise yıllarımdayken onu hiç tanımadan bilmeden bir yazısını okuyup çok beğenmiş olmalıyım ki ‘gizli defter’ime not etmişim. Bakın neler yazmış Mehmet H. Doğan: “Toplumcu sanatın bir ‘acıma edebiyatı’ olmadığı, sanatçının toplumsal koşulları tarihsel bakımdan doğru değerlendirecek bir bilince ulaşması zorunluluğu açıkça kendini belli etmiştir.” Sonra yazısının ilerleyen başka bir bölümünde şöyle diyor: “Yanlışlık, yalnızca bu temaların kullanılışında, onların toplumsal bir değerlendirmenin odak noktası yapılışındadır. Örneğin, son beş yıllık düşünsel ve örgütsel gelişimiyle bilinçlenişi, grevleri ve yürüyüşleriyle işçi sınıfı hemen hiç yoktur bu edebiyatta… Çoğunluğu yoksul tabakalardan gelen sağcı, faşist, komando dediğimiz gençlerin; alabildiğine kırbaçlanan gençlik coşkuları peşindeki solcu gençlerin kişisel dramları yoktur bu edebiyatta…”
Mehmet H. Doğan’ın bu satırları en azından 1974 yılından önce yazdığını bilerek okuyup değerlendirin lütfen. Fakat içinde yaşadığımız on beş-yirmi yıla uyarladığınızda değişen nedir, diye sormak gerektiğini düşünüyorum. Sahi, nerede tekme yiyen Soma işçileri? Nerede sendikalı oldukları için patronlar tarafından hiçbir neden gösterilmeden işten atılan işçiler ve aileleri? Ya ekip zarar etmektense tarlalarını boş bırakan, tarlasından aldığı ürün yok pahasına gidince banka borçlarını ödeyemeyen çiftçiler, köylüler nerede? Kredi kartı borcunu ödeyemediği için kendini asan insanların dramını ne zaman ve hangi romanda, öyküde ya da şiirde göreceğiz? Hemen her gün kadınlarımız namus diyerek öldürülürken yazarlarımız, şairlerimiz nerede duruyor? Cumhuriyet devrimlerinin kazanımları siyasal iktidarlarca gözlerimizin içine baka baka yıkılırken ‘solcu’ edebiyatçılarımız ne yapıyor acaba? Durun durun, ben söyleyeyim: Efendim, Türk edebiyatı mı diyelim, Türkçe edebiyat mı? Birçoğu ciddi ciddi bunu ‘tartışıyor’. Ülkemizin gerçekleri nerede, bu zat-ı muhteremler nerede!
Şu itirazı duyar gibiyim: “Efendim, biz zabıt kâtibi değiliz ki, zaman geçer, geçen zamanın romanı, öyküsü, şiiri elbette yazılır.” Yani diyorlar ki, atı alan Üsküdar’ı geçer gider, biz Şişli’deki plazanın bilmem kaçıncı katındaki odamızdan bakarız, sonra yazarız.
Nerede okudum ya da kimden duydum, hatırlamıyorum: Devrimden sonraki yılların birinde Lenin’e, efendim yazarlar istedikleri gibi yazma özgürlüğü istiyorlar, demişler. Lenin de gayet sakin bir şekilde, tabii, istedikleri gibi yazabilme özgürlükleri var, ama bizim de yazdıklarını okumama özgürlüğümüzün olduğunu unutmasınlar, demiş. Bu açıdan baktığımda bazen insanlarımızın kitaplardan uzak durmalarını sağlıklı buluyorum. İçimden, bu herifleri okuyup da ne yapsınlar, diyorum, iyi ki okumuyorlar. Dudullu’da, Alibeyköy’de, Pursaklar’da, Gültepe’de, Buca’da dağılan pazaryeri sonrası soğan toplayan, çöp karıştıran, ucuz ekmek almak için saatlerce sıra bekleyen insanlar neden okusun kâğıtlara basılmış zırvaları?
Offf ki ne of… Dönemin gerçeklerini insanin yüzüne cesurca çarpan bir yazı olmuş. Anlayana…