imgelem ANI OF’TA BİR ROBENSON: ZİYA RAMOĞLU

OF’TA BİR ROBENSON: ZİYA RAMOĞLU

Attilla Aşut Yazıları
ATTİLA AŞUT

Ziya Ramoğlu’nu tanır mısınız?

Trabzonlu olmayanlar büyük olasılıkla duymamıştır adını.

Oysa dünyaya Of ‘un bir köyünden karikatür köprüsü kurmuş bir büyük çizgi ustasıydı o.

Çayından, fındığından önce, yetiştirdiği din adamlarıyla ünlüdür Of ilçesi!

Yurdun dört bir yanına yayılmış, hatta ünlerini yurtdışında bile duyurmuş “hoca”ların, tarikat önderlerinin önemli bir bölümü hep bu yöreden çıkmıştır…

Ama “Ofli Hoca” öykülerini okuyup da Of’ta yalnızca din adamı yetiştiğini düşünenler yanılıyor! Çok değerli ozanlar, yazarlar, sanatçılar da çıkmıştır oradan. Ziya Ramoğlu da onlardan biridir…

Neredeyse yarım yüzyıldır resim, fotoğraf ve karikatür sanatının içindeydi Ramoğlu.

ABD’nin New York kentindeki uluslararası karikatür ajansıyla yaptığı sözleşme sonucu, 1978 yılından beri dünyanın önde gelen gazete ve dergilerinde yayımlanıyordu çalışmaları.

Ama o, kültür ve sanat merkezlerinden uzakta, Karadeniz’in kıyısındaki bir köyde yaşamayı seçmişti. Bir çeşit Robenson yaşamına mahkûm etmişti kendini.

Belli ki yorulmuştu artık Of’un “Dünyaya Açılan Pencere”si! Gözlerinin gücü ve ışığı her geçen gün biraz daha azalıyordu. Son yıllarda bu yüzden çok az üretebilmişti. Bir karikatür sanatçısı için bunun ne büyük bir talihsizlik olduğunu düşünebiliyor musunuz?

Ziya Ramoğlu, okuyup yazma konusundaki büyük güçlüğüne karşın, bana Of’tan düzenli olarak gönderdiği güzelim mektupları, kartları, kimsenin yardımı olmadan, hep kendi elceğiziyle yazmaya çalışırdı. Büyük saygı duyuyordum onun bu çabasına. Ziya’nın küçük pembe kâğıtlara yazılmış duygu yüklü mektuplarını yıllardır özenle saklıyorum.

TUTUCU BİR AİLENİN RESİM TUTKUNU ÇOCUĞU

Yarım yüzyıllık sanat serüveninden kimi kesitler aktararak başlamak istiyorum Ziya Ramoğlu’nun yaşamöyküsüne…

1932 yılında Of ilçesinin Yukarı Kışlacık Mahallesi’nde, tahsildar Hafız Ali Rıza Bey ile Hanife Hanım’ın beşinci çocukları olarak dünyaya gelmiş. Ama o, doğum tarihini hiç önemsemez, Âdem’den beri yaşadığına inanırdı!

Tutucu bir ailenin çocuğuydu… Tersliğe bakın ki, “Kuran kursları”na değil de resim sanatına ilgi duyuyordu! Babası ise resmi “günah” sayan bir anlayışa sahipti… Ziya’nın henüz ilkokul çağındayken yaptığı resimler bile babasını çileden çıkarmaya yetmişti. (Ziya Ramoğlu’nun daha sonraki yıllarda çizdiği leri görseydi, adamcağıza herhalde inme inerdi!)

Ne var ki küçük Ziya, tüm baskılara karşın resim yapmaktan vazgeçmiyordu. Ressam olmayı o yıllarda kafasına koymuştu. Babası ise oğlunun resim tutkusunun önüne geçemeyince, çareyi, onu okuldan almakta bulmuştu! Bu duruma isyan eden Ziya, henüz 13 yaşında olmasına karşın bir gemiye atlayarak İstanbul’a kaçmıştı!

İstanbul bir koca kent! Ekmek desen, aslanın ağzında! Kurda kuşa yem olmak da var… Ama geri dönmemeye kararlıdır Ziya. Güç de olsa şansını İstanbul’da deneyecektir!

Şansı yardım eder, elinden tutanlar olur… Önce bir fotoğrafçı dükkânına çırak girer. Orada, siyah beyaz resimlere pastel kalemle renk sürmeyi öğrenir. Bu işte gitgide ustalaşır. Yıllar sonra Trabzon’a döndüğünde böyle bir mesleği olduğu için gurur duyacaktır…

GÜZEL SANATLAR’IN KONUK ÖĞRENCİSİ

Ziya Ramoğlu, ressam olmak için gittiği İstanbul’da geçim derdine düşünce eğitimini sürdüremez. Ancak resimlerini görüp beğenen hemşerisi Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun yardımıyla, Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki derslere “konuk öğrenci” olarak katılır. Resim Bölümü’nde Zeki Faik İzer’in öğrencisi olur. Özdemir Altan ve Zühtü Ellezoğlu ise Akademi’den sınıf arkadaşlarıdır. Burada bir yandan resim bilgisini artırırken bir yandan da sanat ortamını yakından tanıma olanağını bulur; ünlü ressam ve karikatürcülerle dostluk kurar. Bir dönem Varlık Yayınları’nın kapak düzenlemelerini yapan Cemal Akyıldız’la içtikleri su ayrı gitmez. Semih Balcıoğlu, Nehar Tüblek, Tan Oral, Eflatun Nuri Erkoç gibi tanınmış karikatürcülerle ilişkilerini pekiştirir…

Askerlik yaşı gelince, çok sevdiği Akademi’deki derslere ara vermek zorunda kalır. Bununla birlikte resim ve karikatür yapmayı asker ocağında da sürdürür.

Askerden sonra Beyoğlu’ndaki ünlü fotoğraf stüdyolarında çalışır. Stüdyo Taç, Stüdyo Osep, Foto Sabah, Foto Süreyya, Foto Abolion gibi kurumların artistik fotoğraf işlerini üstlenir. İstiklal Caddesi’nde el üstünde tutulan bir fotoğraf ustasıdır artık… Özellikle Rum kökenli stüdyo sahipleri, Ziya’nın adını ve imzasını kendi dükkânlarında ışıklı tabelalara yazdırmak için yarışırlar. Bunlar arasında, onu dükkânına ortak etmeye çalışanlar, hatta evlendirerek kendine bağlamak isteyenler bile vardır!

İşler böylesine iyi giderken, birden sağlığı bozulur, yatağa düşer. Üstelik doğduğu kenti ve ailesini çok özlemiştir. Bu durumda baba ocağına dönmek artık kaçınılmaz olur. Trabzon’a gider ve tutkuyla bağlandığı kentten bir daha kopamaz…

“HAYAT” DERGİSİYLE YENİDEN DOĞUYOR!

Ben Ziya Ramoğlu’nu 1960’ların başında tanıdım… O sıralar Trabzon’da bir fotoğraf stüdyosunda ressam olarak çalışıyordu. Eski Adliye binasının bitişiğindeki “Foto Sümer” adlı bu stüdyonun sahibi Murat usta, liseden sınıf arkadaşım Hasan Saltık’ın babasıydı. Dükkâna gide gele Ziya ile de dost olmuştuk…

O yıllar Trabzon’da henüz renkli fotoğraf çekilmiyordu. Ama Ziya Ramoğlu İstanbul’da öğrendiği yöntemle siyah beyaz fotoğrafları çok güzel renklendiriyordu. Bu yeni teknik sayesinde Murat ustanın işleri de hayli açılmıştı. Ancak Ziya, dükkânda yalnızca fotoğraf boyamakla yetinmiyor, zamanının önemli bir bölümünü resim ve karikatür çizerek geçiriyordu…

1960’larda Şevket Rado yönetiminde İstanbul’da yayımlanmaya başlayan haftalık Hayat dergisi, baskı tekniği ve kâğıt kalitesi bakımından dönemin dergi yayıncılığında bir devrimdi.

Derginin arka sayfasında, her hafta bir karikatürcünün ürünlerine yer veriliyordu. Hayat dergisinin genç karikatürcülere sunduğu bu büyük olanak, Ziya Ramoğlu’nun kendini gösterebilmesi için iyi bir fırsattı. Ama o bu konuda çok çekingen davranıyordu. Sonunda kendisini ikna ettik ve karikatürlerinden bir seçmeyi dergiye gönderdik. Bu karikatürlerin kısa bir süre sonra Hayat dergisinde tam sayfa olarak yayımlanması hepimizi çok sevindirmişti. Ziya Ramoğlu böylece karikatürde önemli bir başarıya imza atmış oluyordu. Hayat dergisinin Ramoğlu’na ilgisi, sonraki yıllarda da eksilmeden sürdü…

YIKILAN PARİS DÜŞLERİ

Ziya Ramoğlu İstanbul’dan Trabzon’a döndükten sonra çalışmalarının ağırlığını resimden karikatüre kaydırmıştı. Karikatürü bilinçli bir uğraş olarak seçmesinde, 1959 yılında ilişki kurduğu Paris’teki “Ecole ABC de Dessin”in belirleyici etkisi olmuştu. Ziya, bu kurumun “mektupla öğretim” programını izleyip uzaktan aldığı yazılı derslerle kendini büyük ölçüde geliştirmişti.

Okul yönetimi, eğitimini ilerletmesi için bu yetenekli öğrenciyi Fransa’ya çağırır. Ama o günlerde gerçekleşen 27 Mayıs askeri müdahalesiyle bu hayali sona erer. Çünkü 27 Mayıs’ta devrilen Demokrat Parti (DP) iktidarının Yassıada’ya gönderilen milletvekilleri arasında Ziya’nın ağabeyi Salih Zeki Ramoğlu da vardır. Yeni yönetim, “Düşük DP milletvekilinin kardeşi” olduğu için Ziya’ya pasaport vermez!

27 Mayıs’ta ailenin yediği “darbe” üzerine Ziya Ramoğlu yaşama küser ve Of’taki evine kapanır… Uzun süre eline kalem kâğıt almaz. Sonra toparlar kendini. Zaman çok şeyi değiştirir. Acılar küllenir, bilinç ışır. Yeniden ve daha büyük bir aşkla karikatür çizmeye başlar. Ama “Babıâli Basını”na küskündür. Şansını yine dışarıda dener, ürettiği karikatürleri yabancı ajanslara gönderir. 1978 yılında şans ona güler. İlişki kurduğu uluslararası sanat kurumlarından biri karikatürleriyle ilgilenir. İnatçı ve sabırlı çalışmasının karşılığını almıştır sonunda. Merkezi New York’ta bulunan “Rothco Cartoons Inc.” ajansıyla sözleşme imzalar. O günden sonra Of postanesinden bütün dünyaya karikatürlerini ulaştırır. Ziya Ramoğlu’nun ürünleri artık dünya basınındadır ve onun adı kısaca “Turkish cartoonist”tir!

 BİR UZUN SÖYLEŞİ

1996 yılı Temmuzu olmalı, Ziya Ramoğlu’yla Of’un Kıyıboyu köyündeki atölye/evinde uzun bir söyleşi gerçekleştirmiştim. İlçe merkezine iki kilometre uzaklıkta, çay bahçeleri ve meyve ağaçlarıyla çevrelenmiş, kartal yuvasını andıran iki katlı bir evdi burası. Evin üst kattaki salonu sanat galerisi gibiydi. Salonun duvarlarını, sanatçının renkli karikatürleri ve başarı belgeleri süslüyordu. Koruya bakan pencerenin önünde Ziya’nın tezgâhı kuruluydu. Tezgâhın üzerinde kalemler, fırçalar, kâğıtlar, kesikler, albümler, karikatür eskizleri… Ziya Ramoğlu burada üretiyordu karikatürlerini. Salondaki sarı renkli, İtalyan koltuk takımının geniş ve rahat havasını, yöresel motiflerle süslü minderler ve kilimler tamamlıyordu. Ziya’nın bütün dünyası bu evdi…

Uzun ve özlem dolu bir kucaklaşmanın ardından şöminenin önüne oturup buz gibi yayık ayranını yudumlarken söyleşmeye başlıyoruz. Yılların yorgunluğunu gözlerinde ve omuzlarında taşıyor Ziya Ramoğlu. Daldan dala söyleşirken, kendisine yöneltmek istediğim soruları da toparlamaya çalışıyorum.

Ziya’nın bana anlatacakları birikmiş… Söyleşimiz zaman zaman ana kulvarından uzaklaşıyor…

“Yıllardır bugünü bekliyordum!” diyerek konudan konuya geçiyor…

Acelesi var…

70 yıllık uzun ve çileli bir yolculuğu bütün renkleri ve ayrıntılarıyla bu kısa zaman dilimine sığdırmak istiyor…

Kopuk kopuk süren bir konuşmanın yazı aşamasında bana ne güçlükler çıkaracağını biliyorum! Yine de engel olamıyorum sevgili dostumun dağınık ve coşkulu konuşmasına! Kendini anıların ve çağrışımların seline kaptırarak doludizgin gidiyor… Çok duygusal saatler yaşıyoruz Ziya’nın dünyaya baktığı pencerenin önünde…

Geçmişten söz ederken sesi titriyor, gözleri buğulanıyor…

“Bu kadar duygusallık yeter!” diyerek dizginleri ele alıyorum…

-Sevgili Ramoğlu, seni tanımak isteyen okurlara kendi ağzından neler söylemek isterdin? Satırbaşlarıyla kısa bir yolculuğuna ne dersin?

-Aslında çok uzun bir öykü bu… Ama yine de özet olarak anlatmaya çalışayım… 1932 yılında Of’ta doğdum. Çocukluğum köyde tatlı hayaller içinde resim yapmakla geçti. İlkokulu bitirdiğim yaz, babamın baskılarına dayanamayarak İstanbul’a kaçtım! Ada’daki “güzel”lerinden denizdeki martısına dek İstanbul’un her şeyine âşık oldum! Hayal peşinde koştum bir süre. Sözümona şiir yazdım. Meteliksiz kalınca resme yöneldim! Mesleğe fotoğraf ressamı olarak girdim ve böylece sefaletten kurtuldum. İlk karikatürüm 1956 yılında Dolmuş dergisinde, desenlerim ise yine aynı yıl Varlık’ta yayımlandı. Daha sonra Paris’te bulunan “ABC de Dessin” adlı sanat okulunun uzaktan öğrencisi oldum. DP’den Trabzon Milletvekili olan ağabeyim 27 Mayıs’ta tutuklanınca aileye yurtdışına çıkma yasağı kondu. Bu yüzden, Fransa’dan gelen çalışma önerisini değerlendiremedim. Yaklaşık yarım yüzyıldır güzel sanatların resim, fotoğraf ve karikatür dallarında profesyonel sanatçı olarak çalışıyorum…

“PAROLA AŞK”

-Sanatsal çizginiz süreç içinde nasıl bir değişime uğradı?

-Kariyerimi uluslararası düzeyde kanıtlayıncaya dek çeşitli aşamalardan geçtim. Bakış açımın ve karikatür anlayışımın evrensel boyut kazanmasıyla birlikte yurtiçi ve yurtdışı sergilere katılmaya başladım. Uluslararası birçok yarışmada ödül kazandım. Parola Aşk adlı karikatür albümümle, sanıyorum dünyada “pembe mizah” türünün yaratıcısı oldum. Montreal’deki “Uluslararası Müze”, bu albümü sürekli olarak sergileme kararı aldı.

-Bu “pembe mizah” sözü, televizyonların “pembe dizi”lerini anımsatıyor! Onlarla bir ilişkisi var mı?

-Hayır, hiç ilgisi yok… Zaten o sıralar TV dizileri için böyle bir kavram kullanılmıyordu. “Pembe Mizah”, insanları güldüren, rahatlatan bir tarz…

-Peki, “pembe mizah” düşüncesi sizde nasıl oluştu?

-1974 -1975 yıllarında, her alanda tam bir cinsellik patlaması yaşanıyordu. Bu furyadan etkilenip politikadan kaçmaya çalışırken “pembe mizah” diye adlandırdığım tür doğdu. Ben orada daha çok kendi özlemlerimi çizdim. İşte soygun yapan bir hırsız, kasada para bulamayınca cebinden çıkarıp para atıyor boş kasaya! Bir ütopya gibi ama insanı rahatlatıcı konular… Şu sıralar “No Problem” diye bir dosya açmayı düşünüyorum. İngilizce olarak adlandırdım. Çünkü dünya çapında bir çalışma olacak… Burada sorunsuz bir insan tipi yaratmaya çalışıyorum. Herkesin yerinde olmak isteyeceği rahat bir kişi… Kapak kompozisyonunu şimdiden hazırladım bile…

-Of, öteden beri tutucu bir ilçe olarak bilinir. “Parola Aşk” albümünüz ise erotik öğeler içeriyor. Albümünüze buradan herhangi bir tepki geldi mi?

-Burada öyle geniş bir dağıtım yapmadık… Albümümü, karikatürü seven sınırlı sayıda dostumuz görebildi Of’ta. O yüzden bana ulaşan bir tepki olmadı. Zaten bu albümü daha çok yabancı ülkelerdeki karikatür kurumlarına gönderdik.

-“Parola Aşk”ın sende Çetin Emeç’le ilgili bir anısı olduğunu biliyorum. Bu anıyı okurlarla paylaşalım mı?

-Evet, Çetin Emeç benim karikatürlerimle yakından ilgilenmiş bir insandır. Profesyonel anlamdaki ilk çalışmalarım da zaten onun yazı işleri müdürü olduğu Hayat dergisinde yayımlandı. Parola Aşk albümü çıkınca, onu hemen Çetin Emeç’e götürdüm. Hürriyet gazetesinde tam on yedi sekreteri güçlükle aşarak kendisine ulaşabildim! Albümü dikkatle inceledikten sonra kalkıp boynuma sarıldı, çok beğendiğini söyledi. Albümü İstanbul’da bastırmıştım. “Avrupa’da basılmış gibi kaliteli!” dedi. Çetin Emeç’in bu içten sözleri çok yüreklendirmişti beni. Rahmetli, sanata çok düşkün bir gazeteciydi. Benim Hayat dergisinde ve Hürriyet gazetesinde karikatür çizmem için her zaman istekli davranmıştı. Öldürülmesine çok üzüldüm…

“YÜZEN SERGİ”

Ziya Ramoğlu, uzun sanat yaşamı boyunca yurtiçinde ve yurtdışında çeşitli sergilere katıldı. Ama bu sergiler içinde bir tanesi var ki, onun üzerinde özel olarak durmamız gerekiyor. Çünkü dünyada pek örneği olmayan bir yeniliktir Yüzen Sergi” denemesi… Şimdi bu ilginç serginin öyküsünü sanatçının ağzından dinleyelim:

-Böyle bir sergi açmaya 1971 yılında, Baştur Turizm Şirketi’nin Gazeteciler Cemiyeti yararına düzenlediği Akdeniz gezisi nedeniyle karar verdim. Kendimce düşünüp uygulamaya koyduğum bir sergiydi bu… “Büyük Ankara” gemisiyle Akdeniz turuna çıkarken, böyle bir serginin evrensel dostluk ve barış açısından anlamlı olacağını düşündüm. Bu nedenle de açılışı, komşumuz Yunanistan’ın Pire limanında yaptım. Gemi, genel anlamda bir “sergi gemisi”ydi. Orada çeşitli ticari ürünler sergileniyordu. Ancak sanat etkinliği olarak yalnızca benim sergim vardı. Yolcular için sürpriz oldu tabii. Gemideki Türk diplomatlar, “Yüzen Sergi” esprisini çok tuttular. Gemimiz, uğradığı limanlarda, sergi nedeniyle ziyaretçi akınına uğradı…

SAKINCALI KARİKATÜRLER!

Sözün burasında Ramoğlu’na takılmadan edemedim:

-Bu denli ilgi gördüğüne göre, gemide sergilediklerin, “pembe mizah” dizisindeki erotik karikatürler olmalı!

-Hayır… Evrensel konuları işleyen karikatürlerdi. O sergide ayrıca BM ve Picasso konulu iki çalışmam da yer almıştı. Bana göre serginin en önemli karikatürleri bunlardı. Ancak bu karikatürlerin dışarıda sergilenmesi durumunda uluslararası bir avukata ihtiyacım olacağı konusunda dostlarım beni uyardılar!

-Bu karikatürlerin sorun yaratacağını kim söyledi size?

-Gazeteciler Cemiyeti’nin bazı yöneticileri… Gemide bulunan Halit Kıvanç ise böyle bir görüşe anlam veremediğini söyledi. Onun önerisiyle gemide bir defter açtık, insanlar sergi hakkındaki düşüncelerini yazsın diye…

-Ne sakıncası varmış bu karikatürlerinizin?

-Karikatürlerden biri şöyleydi: Aralarında kendi tablosunun da bulunduğu bir modern resim sergisinde Picasso, ortasında yalnızca bir “nokta” olan tablosu önünde duruyor… Tablonun üzerinde ise “Satılmıştır” etiketi görülüyor… Bu karikatürüm nedeniyle kafası boş, cebi dolu insanlardan tepki aldım!

-Picasso’ya olumsuz bir bakışınız mı vardı?

-Hayır, ben bir Picasso hayranıyım… Orada, Picasso’yu tanımadan Picasso hayranı olanlarla dalgamı geçiyordum! Çünkü Picasso’yu tanıyanlar, onun artık bir nokta bile çizse değerli olduğunu bilirler.

-Peki, sakıncalı görülen öteki karikatürde ne vardı?

-BM’nin önünde bir grup “ruh”, slogan atarak gösteri yapıyordu! Tıpkı gösteri yapan işçiler gibi… Tabii, bu ruhlar, savaşlarda ölen askerlerin ruhları idi. Ben bu karikatürümle BM’nin paralı asker çalıştıran bir kurum olmasını eleştirmiştim.

-“Yüzen Sergi”yle daha sonra hangi limanlara uğradınız?

-Yunanistan’dan sonra İtalya’ya gittik… Venedik’te, Yunanistan’dakinin iki katı ilgi gördüm. Bir yabancı diplomat, karikatürlerin önünde öyle bir gülme krizine yakalandı ki ailesi bile adamın durumundan kaygılandı! Şişmanca bir adamdı. Venedik, bana hep o adamı anımsatır!

Bu sergi sayesinde ilk kez dünya insanlarıyla karşı karşıya geldim. Gezi boyunca ilginç tipler tanıdım. O sıralar Picasso hayattaydı. Kendisini tanıyan biri, “Onunla ilgili karikatürünüzü görseydi sizinle mutlaka dost olurdu!” dedi ve Picasso’yla çalışmamı önerdi!

Beyrut’ta her karikatürümün fotoğrafını çeken ve biyografimi okuyan bir kişi de yaşamımın, çizdiklerim kadar ilginç olduğunu söylemişti. Lübnan Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan ve Türkçeyi çok iyi konuşan bu zat beni ülkesine çağırdı.

 ÇİZGİDEKİ ENTELEKTÜEL İMAJ

-Sanatın evrensel diliyle ürün verdiğiniz için yabancıların sizi anlaması daha kolay oluyor galiba.

-Günceli ve gündemi yakalamak gibi bir sorunum yok benim. Aktüelin peşinden koşmuyorum. Soyut kavramlarla insanların bilinçaltını yansıtmaya çalışıyorum. Çalışmalarıma evrensel nitelik kazandıran çizgimdeki entelektüel imajı korumaya özen gösteriyorum. Amacım, ülkemizi karikatür yoluyla uluslararası arenada tanıtmak ve dünya barışına katkıda bulunmaktır. Ben hiçbir zaman kolay yolu seçmedim. Bilimsel yönden bakarsak, sanatta ulusal sınırlamalar yanlıştır. Sanat, evrensel boyuta ulaşmadan çağdaşlık düzeyini yakalayamaz. Sanat, insanlığın ortak duyarlığı olduğunda ölümsüzleşir. Bu duyarlığı yansıtmada ise çizginin evrensel dili büyük önem taşıyor.

-Yarışmalar ve ödüller konusunda ne düşünüyorsunuz?

Ödüle karşı değilim, fakat ödülle değerlendirilmeye karşıyım. Ödüller, kendini kanıtlamış kişiler için pek anlamlı değil bence. Yarışmalara daha çok gençler katılmalı…

-Karikatürün toplumsal bir işlevi olduğuna inanıyor musunuz?

-Karikatür toplumdan soyutlanamayacağına göre böyle bir işlevi olduğunu söylememiz gerekiyor. Bana göre karikatür, toplumsal bilinçlenmeye katkıda bulunmalıdır. Karikatürün yalnızca sanat için yapıldığını söylemek bana pek doğru gelmiyor. Böyle bir tanımlama karikatürün amacına ters düşer.

POLİTİKACI İÇİN EN BÜYÜK CEZA!

-Ülkemizde karikatür ne kadar önemseniyor?

-Karikatür gerçekten büyük bir silah… Çünkü bununla yönetimleri alaşağı edebilirsiniz. Türkiye’de karikatürist olarak çalışmak, dünyadan biraz farklı… Bizde sözgelimi cumhurbaşkanı ya da başka bir liderin karikatürünü çizmek neredeyse suç… Avrupa’da, Amerika’da ise karikatürü çizilmeyen politikacı, kendisinden kuşku duymaya başlar! Çizer, ne denli üzerine gitse de politikacı bundan gocunmaz. Kendini karikatür bantlarında göremeyen bir lider, “Eyvah, ben artık bittim!” diye düşünür ve çok üzülür. Eleştirilmeyen politikacı, “Gündemden düştüm galiba!” diye hayıflanır. Çünkü onlar çok iyi bilirler ki birinin hakkında tek kare karikatür çıkması, yüz fotoğrafının basılmasından önemlidir! Bir politikacı için en büyük ceza, karikatürünün çizilmemesidir! Nedeni açık: Sen çizgilerinle birini yersen de bir yerde onun reklamını yapmış oluyorsun. Bizim politikacılar bu geçeği kavramış olsalar, “Ne olur, çizin bizi!” diye karikatürcülerin peşinde koşarlar…

-Çizere konu olmak, önemsenmek anlamına mı geliyor?

-Evet, dışarıda karikatürcülere malzeme olmayan kişi, artık toplumca önemsenmediğini düşünüyor. Bizde ise bunun tam tersi bir durum var. Hoşa gitmeyen bir eleştiri yapıldığında karikatürcü hemen susturulmak, içeri atılmak isteniyor. Biliyorsunuz, başbakanlığının ilk döneminde Turgut Özal, kendisiyle ilgili karikatürleri çerçeveletip odasına asardı. Hatta kimi karikatürcüleri yurtiçi gezilerinde yanına almaya başlamıştı. Böylece kamuoyunda hoşgörülü, demokrat lider imajı çizmek istiyordu. Ama foyası erken çıktı. Limon dergisinden bir çizeri hapse attırdı…

 “KABA ELEŞTİRİYE KARŞIYIM”

-Karikatürün eleştiri biçemi ne olmalı?

-Benim sanat anlayışımın özünde sevgi vardır. Dünyada en etkili silahın sevgi olduğuna inanıyorum. Ben önyargılarla yola çıkmam. Amaç, çirkini daha çirkin göstermek olmamalıdır. Sanatçı, her çirkinliğin sevimli bir yanını bularak onu güzelleştirebilen insandır. Karikatüristin görevi, olayları eleştirip kişileri iğnelerken yüzlerde tebessüm yaratmaktır. Benim insana yaklaşımım hep yumuşak, sıcak, sevecen duygularla oluyor. Sert, saldırgan ve kaba eleştiriye karşıyım. Kaba eleştiriler, sanatsal estetiği oluşturan öz ve biçim birlikteliğini olumsuz yönde etkiler. Biz karikatürcüler tüm dünyanın dertlerine isteyerek ortak olmuş savaşçılarız. Tek silahımız kalemimizdir. Sevgi dolu yüreğimizden başka neyimiz var ki?

-Of’ta yaşamak, sanatınızı nasıl etkiliyor?

-Olumlu etkilediğini düşünüyorum… Of’tan dünyaya açılan bu pencereden insanlarla iletişim kurmakta sıkıntı çekmiyorum. Konular beni peşinden sürüklüyor. Uzakdoğu, Asya, Avrupa, bütün dünya sanki kanatlarımın altında! Bazen de zaman tünelinden geçerek Âdem ile Havva’ya uzanıyorum. İnsanlığın yeni yeni keşfetmekte olduğu uzaya doğru yol aldığım da oluyor. Ben çalışırken Of’ta olup olmadığımın bile farkında değilim!

RUHİ SU’YU SANSARYAN HAN’DA GÖRMÜŞ!

Ziya Ramoğlu, 1951 yılında askerliğini İstanbul’da yaparken Jandarma İstihbarat Okulu’nda görevliymiş. Bu nedenle yolu sık sık İstanbul 1. Şube’ye düşüyormuş. Jandarma erleri orada bir çeşit koruma görevi yapıyorlarmış. Nöbetçi oldukları geceler, “Sansaryan Hanı” olarak bilinen İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün hücrelerinde kalan tutukluları banyoya, tuvalete onlar götürürlermiş.

Ramoğlu, “Orada bir gün Ruhi Su ile karşılaştım!” deyince çok şaşırdım…

Ünlü “TKP tevkifatı”nın canlı bir tanığı duruyordu karşımda…

Hem de “içerden” bir gözlemci olarak!

Ziya’nın bu konuda anlatacakları tarihe ışık tutacaktı…

Heyecanla sorular yöneltmeye başladım kendisine.

Ama onun Ruhi Su’ya ilişkin bilgileri çok sınırlıydı.

Kim bilir belki de bu konuda konuşmak istemiyordu.

Söyleşimiz süresince parça parça söyledikleri topu topu şunlardı:

Ruhi Su ve öteki tutuklularla bizim konuşmamız yasaktı. Ancak kimsenin olmadığı zamanlarda, gizli gizli görüşürdük. Orada görevli Tacettin Gürel adında bir yüzbaşı vardı. O beni, tutuklularla konuşmamam ve onların resimlerini yapmamam konusunda uyarmıştı. Ruhi Su’ya Emniyet’te işkence yapılırken ben görmedim. Ama o, kendisine sorguda işkence yapıldığını söylemişti. Aklımda kaldığına göre, sorguya götürülürken polisler kendisini itmiş ve yere düşmüş. O da bunun üzerine öfkelenerek ifade vermekten vazgeçmiş. Konuşmadığı için de ayrıca dayak yemiş… Çok iyi bir insandı. Sanatçı olduğu her halinden belliydi… Yıllar sonra, Karikatürcüler Derneği’nin Akşehir’de düzenlediği Nasrettin Hoca Şenliği’nde karşılaştık. Beni tanıması olanaksızdı. Kendimi tanıttım… Anımsadı. Sevgiyle elimi tuttu. Hastaydı. Kısa bir süre sonra da ölüm haberi geldi…”

 OF’TA BİR ROBENSON!

Söyleşimizin sonuna doğru herkesin aklından geçen o can alıcı soruyu yöneltiyorum Ramoğlu’na:

-Çalışmalarınla uluslararası bir kimlik kazanmışken neden hâlâ burada Robenson gibi yaşamayı sürdürüyorsun?

Belli ki bu soru daha önce çok sorulmuştu kendisine. O nedenle hazırlıklıydı. Duraksamadan yanıtladı:

-Bu soruyu bana soran çok oldu. Rahmetli Çetin Emeç de Hayat dergisini yönettiği yıllarda aynı soruyu yöneltmişti. Hürriyet Yayınları’nın başına geçtiğinde ise İstanbul’a yerleşip Hürriyette çizmem için ısrar etmişti. Ben onların Trabzon’u “taşra” saymalarını bir türlü hazmedemiyordum. Biliyorsun, Hayat dergisinde karikatürlerim yayımlanırken, benim ilk biyografimi sen yazmıştın. Yıl, 1960… Sanatımın altın çağını yaşıyordum o sıralar. Şevket Rado beni Hayat kadrosuna almak için cazip tekliflerde bulunmuştu. Hikmet Feridun Es’in çekeceği fotoğraflarımı afiş yaparak beni dergide lanse etmek istemişlerdi. Tabii, köyde inzivaya çekilmemde, 27 Mayıs askeri müdahalesinin de önemli payı var. “ABC Okulu”nun çağrısı üzerine Paris’e gitme hazırlıkları yaptığım bir sırada yurtdışına çıkmam engellenince yaşama küstüm, büyük kentlerden kaçarak kırlara, doğaya sığındım. Ancak sanatsal çalışmayı hiçbir zaman bırakmadım. Doğada özgürlükle sanatı iç içe yaşadım. Kariyerimi evrensel çizgiye oturtana dek yeni imaj arayışları, yeni bakış açıları, yeni yaklaşımlarla dünya sanat platformunda yarışı sürdürdüm. Tam da sanatta mutlu sona yaklaşmışken bu kez sağlık sorunları çıktı karşıma. Göz sinirlerimi besleyen damarlarda tıkanıklık oldu. Bu illetin kesin tedavisi yok! Ne yaparsın, hayat sürprizlerle dolu… Bunu da yaşamın bir kara mizahı sayıyorum…

-Sağlığınız şimdi nasıl?

-Bildiğin gibi yaklaşık on yıldır çeşitli sağlık sorunlarıyla cebelleşiyorum. Özellikle gözlerimdeki rahatsızlık derinden etkiliyor yaşamımı. Yazamıyor, çizemiyor, okuyamıyorum… Sen de sanatın içindesin, bu duyguyu iyi bilirsin. Tüm insanlara, dostlarıma, doğaya sevgimi tüketemeden gideceğime üzülüyorum. Ölümün erişemeyeceği tek olgu sanattır. Ama bu çizgiyi yakalayabilmek için bir ömür bile yetmiyor. Yine de beni yaşama bağlayan en önemli etken, dostlarımın eksilmeyen sevgisi ve sanatın bitmeyen heyecanıdır. Çalışmalarımda beni sürekli destekleyen sevgili dostlarımın çoğu şimdi aramızda değil. İyi yürekli ressam kardeşim Zühtü Ellezoğlu’nu, “Doktor” lakaplı Muzaffer Feyzioğlu’nu, fotoğraf ve tiyatro tutkunu Haluk Ongan’ı, yakın çalışma arkadaşım Murat Saltık’ı rahmetle anıyorum. Sevgili Kayıhan Keskinok’a, Ömer Güner’e (*) ve sana, sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Sizlerin 1960’larda başlayan cömert ilgisi ve sımsıcak dostluğu beni bu kente bağladı; bir daha İstanbul’a dönmeyi hiç düşünmedim…

* * *

Ziya Ramoğlu, 2007 yılında 75 yaşında ayrıldı aramızdan.

Çok sayıda uluslararası ödül kazanmıştı. Karikatürleri dünya sergilerine, müzelerine, albümlerine girmişti. Dünyanın önde gelen yayın organlarında yayımlanmıştı yapıtları. Özellikle Amerika’nın 500. Yıl kutlama etkinlikleri çerçevesinde Dünya Karikatürcüler Birliği’nden gelen çağrı onu çok sevindirmişti. Ramoğlu’nun bu çağrıya katılarak çizdiği “karnı burnunda” Özgürlük Anıtı karikatürü hem New York’taki Sanat Müzesi’nde sergilendi hem bütün dünyadan yalnızca yüz karikatürcünün yapıtlarının yayımlandığı “Taking Liberty With the Lady” adlı albümde yer aldı.

Son olarak, 1996 yılının Ağustos ayında İtalya’dan gelen yeni bir ödülü armağan etmişti ülkesine. Bordighera kentinde düzenlenen ve yıllar önce Aziz Nesin’e ilk uluslararası ödülünü kazandıran yarışmanın karikatür dalında üçüncü olmuştu. Ama onun en büyük isteği; doğup büyüdüğü, tüm yaşamını adadığı Trabzon’da, Karadeniz Teknik Üniversitesi yerleşkesine “Düşünen Adam” adlı karikatürünün üç boyutlu yontusunun dikilmesi ve tüm çalışmalarını içine alan karikatür albümünün yayımlanmasıydı. Ne yazık ki bu iki isteği de yaşarken gerçekleşmedi.

Fakat Trabzon’daki karikatürist arkadaşları, ölümünden sonra onun anısına bir albüm-kitap yayımladılar. Adnan Taç ile Bülent Sümer’in yayına hazırladıkları bu armağan kitap, Karikatürcüler Derneği Trabzon Temsilciliği ile Trabzon Vakfı’nın ortak çabasıyla 2009 yılında basıldı.

Gecikmiş de olsa, Karikatürde Bir Ziya adlı albümün imece yoluyla kotarılmış olması önemlidir. Ziya Ramoğlu’nun albüm isteğini “vasiyet” gibi algılayan genç çizerler, onun yarım yüzyıllık karikatür kalıtını ve sanatsal birikimini bu yapıtla ölümsüzleştirdiler. Ramoğlu’nun KTÜ yerleşkesinde görmek istediği karikatür yontusu da umarız yapılır bir gün…

________________________

* Ressam Kayıhan Keskinok ve gazeteci Ömer Güner de artık aramızda değil.

Cevap bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir