60’lı yıllar, toplumsal devinim açısından Türkiye’nin altın çağıdır. O yıllardaki devrimci atılımlar ve toplumu dönüştürmeye dönük siyasal açılımlar, emekçi kesimlerin uyanışını olağanüstü ölçülerde hızlandırmıştı. Her kesimde kendini gösteren örgütlü savaşım isteği, ülke düzeyinde büyük bir canlılık yaratmış; toplumsal bilinçlenme, devrim dönemlerine özgü bir ivme kazanmıştı. O günlerde düzen politikacılarının, “Halkın bilinç düzeyi, parlamentonun çok ilerisinde!” ya da “Bu Anayasa bize bol geliyor!” yollu yakınmaları boşuna değildi.
Kuşkusuz, sömürücü kesimleri tedirgin eden bu gelişmelerin dünyada yaşanan süreçlerden bağımsız olduğunu söyleyemeyiz. O yıllarda devrimci dalganın tüm dünyadaki yükselişi, Türkiye’yi de derinden etkiledi. Özellikle 27 Mayıs sonrası ağırlığını güçlü biçimde duyurmaya başlayan “sol düşünce”nin ülkemizde hızla yaygınlaşması, taşların yerinden oynamasına yol açtı. 13 Şubat 1961 tarihinde on iki sendikacının kurduğu, daha sonra sosyalist aydınların katılımıyla Mehmet Ali Aybar önderliğinde büyük bir etkinliğe ulaşan Türkiye İşçi Partisi’nin bu devrimci süreçte özel bir yeri vardır.
10 Ekim 1965’te yapılan milletvekili genel seçiminde Türkiye İşçi Partisi, ülkemizin tarihinde ilk kez, 15 milletvekili ile Meclis’e halkın gerçek temsilcilerini sokmayı başardı. Bu milletvekillerinden biri de Yusuf Ziya Bahadınlı idi. Ne var ki Bahadınlı’nın Meclis’e giriş öyküsü biraz maceralı başlamıştı. “Milli Bakiye” sisteminin uygulandığı o seçimde, “artık oylar”ın hesaplanmasında yapılan bir yanlışlık sonucu, Yüksek Seçim Kurulu’nun ilk açıkladığı listede Bahadınlı’nın adı yer almamıştı. TİP’in itirazı üzerine yanlışlık düzeltildi ve daha önce ilan edilen Urfa’dan Hüseyin Kiraz ile İçel’den İhsan Tezer’in yerine, Malatya’dan Şaban Erik, Yozgat’tan Yusuf Ziya Bahadınlı milletvekili seçildiler. Bahadınlı, böylece kendisinin de hiç beklemediği bir biçimde Meclis’e girmiş oldu.
TARLADAN MECLİS’E…
Bu köylü çocuğunu “tarladan Meclis’e” taşıyan süreç pek de kolay gerçekleşmemişti.
Yusuf Ziya, Yozgat’a bağlı bir Alevi köyü olan Bahadın’da dünyaya gelmişti. Doğduğu evde, tamı tamına otuz beş can yaşıyordu! Görünüşe bakılırsa köyün en varlıklı adamının oğluydu. Ama yine de ırgatlıktan kurtulamamıştı! Ailesi, beş yaşından sonra, çocuk mocuk demeden tarlaya salmıştı onu! Yetmezmiş gibi, bir de çevresinde “Kızılbaş çocuğu” diye aşağılanıyordu…
Yusuf Ziya (o sıralar soyadı “Çalışkan”dı), çocuk yaşta çift sürdü, deve güttü, çobanlık etti. “On iki yaşıma kadar yalınayak gezdim. Pantolonu, ceket ve ayakkabıyı ortaokulda giydim” diyor yaşamöyküsünü anlatırken. Ayağı çarıklı, bacağı şalvarlı bir köylü çocuğu iken, oralardan çıkıp önce öğretmen, sonra yazar ve milletvekili olmuştu. Onu bu karanlık ortamdan aydınlığa Pazarören Köy Enstitüsü çıkarmıştı. “Çok şeyi, okulun kitaplığında öğrendim” diyor. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin dünyada eşi olmayan bu devrimci eğitim kurumları, pek çok köy çocuğu gibi, Yusuf Ziya Bahadınlı’nın da yazgısını değiştirmişti.
Bahadınlı, bugünkü konumunu köy enstitülerine borçlu olduğunu her fırsatta yineler. Nitekim, TBMM’de milletvekili olarak kürsüye ilk çıktığında da bu gönül borcunu unutmamış ve konuşmasına şöyle başlamıştı: “TİP Grubu adına Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi hakkında görüşlerimi sunmak için çıktığım bu kürsüde, Yozgat’ın Bahadın köyünde ayağımda çarık, bacağımda şalvar mal güderken, elimden tutup beni ülkemin geleceği üstüne söz sahibi eden köy enstitülerine şükranlarımı sunarak söze başlıyorum…”
Yusuf Ziya Bahadınlı’nın yanı sıra daha pek çok emekçi kökenli aydının o yıllarda TBMM’ye sosyalist birer milletvekili olarak girmeleri, TİP’in dillere destan, “İşçiler, köylüler, emekçiler, ırgatlar, marabalar!..” biçimindeki o ünlü seslenişinin boş bir propaganda söylemi olmadığının somut kanıtıdır.[1]
UZUN YOL ARKADAŞLIĞI
“Düşünce özgürlüğünü, yalnızca mevcut düzeni övmekle görevlendirmek büyük bir hatadır. Yasaklanan her düşünce, günün birinde mutlaka yasak duvarını delip geçmiştir. (…) 1933-1965 yılları arasında Türkiye’de tam 1650 kitap ve dergi yasaklanmıştır. Şunu iyi bilmek gerekir ki, kitap yasağının olduğu bir ülkede üniversite mezunu olmak, diploma sahibi olmaktan öteye geçemez. Üniversite kitaplıkları, dünyanın bütün kitaplarına raflarını açık tutmalıdır.”
Bahadınlı’nın bu satırları, tam 54 yıl öncesinin tarihini taşıyor. O yıllarda Trabzon’da çıkardığım “Sömürücülüğe Karşı SAVAŞ” gazetesinde (15 Eylül 1967, Sayı: 78), “Üniversiteler Üstüne” başlığıyla yayımlanmış. Belki de TBMM’de yaptığı bir konuşmanın notlarından oluşmuştu. Arasam, başka yazılarını, konuşmalarını da bulabilirim. Etkisi boyundan büyük bu tek yapraklık gazetede kimler yazmamıştı ki!
Bahadınlı’yla 56 yıldır yıldır tanışıyoruz. Bu uzun tarih diliminde yolumuz sık sık kesişti. Geçmişte Türkiye İşçi Partisi’nde birlikte çalıştık. O milletvekili, ben parti yöneticisiydim. Daha sonra Türkiye Komünist Partisi’nde ve Sol Meclis’te birlikte olduk. Çocuklarımıza daha güzel bir dünya, daha özgür ve eşitlikçi bir toplum bırakmak için çalıştık. Yorulmadan, yerinmeden, umutsuzluğa kapılmadan, koşullar ne olursa olsun, “sol memenin altındaki cevahiri karartmadan”…
Bahadınlı’yla bu uzun yürüyüşte yol arkadaşlığı etmekten mutluluk duyuyorum.
İNİŞLİ ÇIKIŞLI BİR YAŞAM
Bütün devrimciler gibi onun yaşamında da inanılmaz iniş çıkışlar var:
Çobanlık… Öğretmenlik… Kitapçılık… Bakkallık…Yayıncılık… Milletvekilliği…
Sonra tam on iki yıl süren; yaban ellerde acılarla, özlemlerle dolu sürgünlük günleri…
Bahadınlı’yı birkaç sözcükle nasıl özetleyebilirim?
Çağdaş bir eğitimci…
Toplum önderi bir aydın…
Kendini halkına adamış, dürüst, ilkeli bir politikacı…
Gerçekçi bir yazar…
Ama hepsinden önemlisi, adam gibi adam…
On yedi yaşında tanıştığı “sol düşünce”ye ve yol arkadaşlarına hiç ihanet etmemiş! Hep Tonguç’un, Yücel’in, Nâzım’ın, Behice Boran’ın öğrencisi olmakla övünmüş; “medyatik yazar” olmak yerine sosyalist hareketin neferi olmayı yeğlemiş!
Yusuf Ziya Bahadınlı, içinden geldiği köyü, köylüyü, halkı çok iyi tanıyordu. O yüzden, “Topraktan öğrenen, Hoca Nasrettin gibi ağlayan, Bayburtlu Zihni gibi gülen”lerin yazarı oldu. Yıllar yılı, yoksul ve geri bir coğrafyadan devşirip topladıklarını, özyaşamından damıttıklarıyla ustaca harmanlayıp kurgulayarak aktardı bize. Romanlarını, öykülerini bu sağlam malzemeyle oluşturdu. Zengin gözlem ve deneyim birikimini, sanatın evrensel potasında eriterek kalıcı yapıtlara dönüştürdü. Yazarlığını besleyen tükenmez kaynak, hep bu halk damarından aldı özsuyunu.
İlk romanı “Güllüceli Kâzım”, öteki roman ve öyküleri gibi, doğup büyüdüğü Bahadın’dan izler taşır. Tüm yapıtlarında, o yörenin insanları, gerçekleri, trajedileri yer alır. Ama yerel bir yazar değildir Yusuf Ziya Bahadınlı. Dünyayı görmüş, başka ülkeler tanımış, evrensel acıları içselleştirmiş bir anlatıcıdır o. Sözgelimi, Polonya’da Auschwitz toplama kampını gezerken, Türkiye’de işkenceden geçirilen genç kızları, asılan delikanlıları, öldürülen işçi önderlerini anımsamadan edemez. Bu vahşi kıyımların birbirine karışan çağrışımları, ona, “Türkiye Devrim Müzesi” gibi, olağanüstü etkileyici bir öykü yazdırır.
Çevreni, görüngüsü derindir Bahadınlı’nın; düşlem gücü, imgelem yeteneği, çoğu yazı insanını kıskandıracak düzeydedir. O, bilge bir yazar olarak, yaşama geniş bir pencereden bakar. Dahası, her zaman eleştirel ve sorgulayıcıdır.
Bahadınlı, 94 yıllık yaşamına altı roman (Güllüceli Kâzım, Güllüceyi Sel Aldı, Gemileri Yakmak, Açılın Kapılar, Devekuşu Rosa, Gözleri Yaprak Yeşili), dört öykü kitabı (İtin Olayım Ağam, Hatça Büyüdü Hatit Oldu, Geçeneğin Karanlığında, Titanik’te Dans), bir gezi kitabı (Dört Sosyalist Ülke), iki inceleme kitabı (Türkiye’de Eğitim Sorunu ve Sosyalizm, Alevilik ve İslam Fanatizmi), iki anı kitabı (Öyle Bir Aşk, Meclis’in İçinde Vurdular Bizi), bir deneme kitabı (Yaşamak ve Ölmek Üzerine) ve üç sözlük (Türkçe Deyimler ve Kaynağı, Türkçe Deyimler Sözlüğü, Atasözleri Sözlüğü) sığdırmayı başarmış verimli bir yazardır. Ancak, ununu eleyip eleğini asmamıştır henüz. Onun dağarcığında, okura ulaşmayı bekleyen daha pek çok yapıt olduğunu biliyoruz.
BAHADINLI’NIN AYDINLIK DİLİ
Bu yazı, Bahadınlı’nın Türk yazınındaki yerini incelemeyi amaçlamıyor. Ben burada yalnızca eski Türk Dil Kurumu üyesi, halkçı bir yazar olarak onun, Türkçe’nin özleşmesine verdiği emeği vurgulamak istiyorum. Bahadınlı, Türkçe’mizin yabancı diller boyunduruğundan kurtarılması için savaşım yürütenlerin başında geliyor. Onun yazıları salt izleksel olarak değil, dilsel açıdan da önemle ele alınması gereken bir özellik taşıyor. Gerçekçi ve yalın anlatımının yanı sıra pürüzsüz, pırıl pırıl Türkçesiyle de göz kamaştıran güçlü bir yazar Bahadınlı! Olguları öyküleştirirken ulaştığı dramatik ve estetik ustalık gözden kaçmıyor. Türk yazınının köşe taşlarından Leyla Erbil, onun bu özelliğini çok güzel özetliyor:
“Günümüzde bozuk, pasaklı bir dilin egemenlik kurduğu Türkçenin, onun kitaplarında pırıl pırıl lirizmiyle nasıl akıp gittiğini göreceksiniz. Bahadınlı’nın bir başka ustalığı da söyleyeceklerini duru, yalın bir üslupla, kafa şişirmeden, lafı gevelemeden en ekonomik, en çağdaş biçimde söylemesidir.”[2]
Onun kitaplarında sıklıkla karşılaştığımız şu Türkçe sözcüklerin güzelliğine bakar mısınız:
“Arık” (cılız, güçsüz), “köşek” (deve yavrusu), “sesyükseltir” (hoparlör), “geçenek” (koridor), “yalvarı” (yalvarmak eylemi, yakarı), “sarsım” (sarsmak eylemi), “höllük” (kundak çocuklarının altına konulan toprak), “ıhtırmak” (deveyi çöktürmek), “üçetek” (üç ayrı etekten oluşan giysi), “külek” (tahta kova), “yüğürtme”, “karık” vb.
Bahadınlı’nın kitaplarında Türkçe’nin gerçekten çiçek açtığını söyleyebilirim.
“NÂZIM’IN ŞAPKASI”
Yusuf Ziya Bahadınlı’nın şapkaya düşkünlüğü ünlüdür. O da tıpkı Attilâ İlhan gibi, kişiliğinin ayrılmaz bir parçası olan kasketini başından hiç çıkarmaz. Bu tutku onda öylesine güçlüdür ki zaman zaman “şapka” söylemini başka alanlara taşımaktan da geri durmaz. Yakın tanığı olduğum bir olayı aktarayım:
Sol Meclis’in İstanbul’daki toplantılarından birindeydik. Toplantı, “Nazım Kültürevi”nin Beyoğlu’ndaki konferans salonunda yapılıyordu. Meclis’e sunulan siyasal bildirilerden birini tartışıyorduk. Bahadınlı söz aldı ve “Nâzım’ın şapkası nerede?” diye sordu. Toplantıdakilerin şaşkınlıkla kendisine baktığını görünce sorusunu açıkladı:
“Kültürevi’mizin adında küçük bir yazım yanlışı var. Nâzım sözcüğünün şapkası düşmüş! Bu düzeltme imini yerine koymamız gerekiyor…”
Politikayla uğraşanların dili pek önemsemedikleri biliniyor. Yusuf Ziya Bahadınlı bu açıdan da ayrıksı bir insandır. Türkçeyi iyi kullanan bir yazar ve politika insanı olarak dilde özensizliğe hoşgörüyle bakmadığını her zaman değişik biçimlerde göstermiştir.
Yalnız Türkçesi değil, el yazısı da öylesine işlek ve akışkandır Bahadınlı’nın. Yetmiş yıl önce çapa tutmuş bu nasırlı ellerin şimdi kalem tutuşundaki inceliğe hayran kalırsınız! Parmaklarından dökülen inci gibi satırları okurken, gözlerinizi harflerin birbirine eklenişindeki tutkulu kucaklaşmadan ayıramazsınız! Bahadınlı, hiçbir çıkar beklentisinin gölgesinde kirlenmemiş namuslu kalemini, bir yandan sömürücü sınıflara karşı aydınlık ve savaşımcı bir yazar olarak silah gibi kullanırken, öbür yandan, sevdalı bir hat ustasının yumuşak ve dingin yetkinliğiyle ak kâğıt üzerinde doludizgin gezdirir…
Bahadınlı’nın elinden çıkmış her satır, yalnız içeriğiyle değil, kaligrafisiyle de değerlidir, resim gibi saklanabilir.
* * *
Dostları ve hemşerileri, 1994 yılında ona armağan etmek için hazırladıkları albümsü kitaba, “Yetmişe Üç Kala” adını vermişlerdi. Yusuf Ziya Bahadınlı, o sırada 67 yaşındaydı. Bugün ise 94 yaşında! Yani dalya demeye az kaldı!
Düşmana inat, biz onun 100. yaşını da kutlayacağız!
_______________________
[1] Türkiye İşçi Partisi’nin efsane radyo konuşmaları, Attila Aşut ve Gökhan Atılgan’ın hazırladıkları ve yakınlarda Yordam Kitap’tan çıkan “Türkiye İşçi Partisi Radyoda / Proletaryanın Büyülü Kutusu” adlı kitapta toplandı. Kimi konuşmaların karekod uygulamasıyla özgün seslerinden dinlenebildiği 544 sayfalık bu kitapta, Attila Aşut’la yapılmış çok kapsamlı bir söyleşi de yer alıyor.