Bu, benim yazmayı hiç arzulamadığım karanın da karası, acının da acısı, bugün neresinden bakarsanız bakın üzerinden çeyrek asırdan fazla zaman geçmiş olmasına karşın eskimeyen bir anı. Hatırlamak, üzerinde uzun uzun konuşmak istemiyorum. İki sebepten: Biri, hatırlayarak yeniden acı çekmemek, ikincisi anlattıklarımı dinler gibi görünenlerin büyük çoğunluğunun içtenliğine -artık iyiden iyiye- inanmamam. Birincisi benden başlayıp bende biten bir şey ama ikincisi bu yazıyı okuyan herkesi ilgilendirir. Çünkü epey büyük bir kitleyi dolayısıyla içtensizlikle suçlamış oluyorum. Bunu temellendirmem gerek. Hatırlayalım bakalım: Yıl 1993’tü. Uğur Mumcu’nun katlinin üzerinden şöyle böyle yarım yıl geçmişti. Sonra ardından başka başka gerici kalkışmalar, yoklamalar filan… Sivas geliyorum diyordu. Temmuz başında da geldi. Sıcağı sıcağına bir yığın gösteri, protesto, toplantı vesair derken geçen zaman içerisinde Sivas bir iken iki, iki iken üç oldu. Üzerinden iki yıl geçti geçmedi, katillerin avukatlığını yapanların partisi hükümet ortağı oldu. Yedi sekiz yıl sonra tek başına iktidar! Bugün her yer Sivas.
Ben o sıralar Ankara’da Almanca dil kursundaydım. Almanya’daki Türk öğrencilere Türk kültürü ve dilini öğretmek için… Hemen her akşam kurs çıkışı uğradığım Kardelen’de Ali Balkız, Sivas’ta Pir Sultan Abdal Şenlikleri yapacaklarını söyledi. Ardından, “Sence İzmir’den başka kimleri çağıralım?” diye sordu. M. İzgü’nün, H. Yurttaş’ın, H. Karakuş’un adını verdim. Ben gelemem, dil kursundayım, mümkün değil, dedim ama çok ısrar etti. İzgü ile Yurttaş mazeret bildirip gelmediler. Karakuş çifti, eşimi de alarak Ankara’ya geldiler. Ertesi gün, yani 1 Temmuz günü Sivas’a vardık. Madımak Oteli’ne yerleştirildik. İlk yirmi dört saat içerisindeki gözlemlerimiz, bu şenliklerin pek bir şenlik olmadığı, olmayacağı şeklindeydi; yanılmadık.
Olanlar 2 Temmuz günü oldu. Burada uzun uzun anlatmanın âlemi yok; artık herkes biliyor. Alttan ateşe verilince can havliyle kaçıştık. Karakuş çifti bir yolunu bulup ışıklıktan arka binadaki partiye sığınmışlar. Oradan Emniyet’e, Emniyet’ten de Ankara’ya, İzmir’e… Biz içerde kalmışız.
Diğer birçok arkadaşım gibi eşimle beni otelden her nasılsa çıkarmışlar, yara bere içinde üniversite hastanesine göndermişler. Ben gözlerimi açtığımda uzun bir süre hiçbir şey hatırlayamadım. Kafam yerine geldiğinde eşimi hatırladım ve onu görebilme derdine düştüm. O, yukarıda, yanık servisinde yatıyormuş; bir tv kameramanı söyledi. Neyse, aradan bir ya da iki gün geçince babam, kardeşim, amcaoğlum ve bacanağım çıkıp geldiler. İkimizi hastaneden çıkarıp Yıldızeli’ne kadar bir taksi ile getirdiler. Sonra orada eski bir ambulansa bindirip İzmir’e gönderdiler. İzmir’e vardığımızda ve ambulansın kapısı açıldığında iki oğlumun hali dayanılır gibi değildi. Biri on iki, küçüğü dokuz yaşında…
Eşime şok ve karbonmonoksit zehirlenmesinden dolayı “bellek matlaşması” tanısı kondu. Adımdan başka hiçbir şey hatırlamıyordu. Yeri gelmişken söyleyeyim: O bellek sorunu hâlâ sürüyor. Almanya’daki görevimden (güya altı yıl kalacaktık) birkaç ay içinde sırf bu yüzden dönüp geldim, ona okuma yazmayı, evdeki elektrikli makineleri kullanabilmeyi sıfırdan öğrettim. Uzatmayayım: O günlerde çektiğimiz acıları bir biz biliriz, bir de Allah.
Katliamdan sonra yaşadıklarımızın katliamdan farkı yoktu desem… Bilen bilir, yığınla polemik oldu. Cepheden düşman olduklarımız bir yana itildi, “o şunu dedi, bu bunu dedi”yle uğraşmaya başladık. Tipik geri kalmış ülkelerdeki aydın tavırları…
Ben Almanya’dayken dava açılmış. Katliamdan zarar gören herkes tazminat almış, diye duydum. Biz bir şey almadık. Sorduk soruşturduk: Bizim dosyamız kayıp. Yok yani! Avukat M. Cengiz-Ş. Sarıhan filan derken… Uçtu gitti, yok oldu. Yani sonuçta biz acımızla kalakaldık. Yakın zamana değin hemen her 2 Temmuz yıldönümlerinde hatırlandık, şuraya buraya çağrıldık. Yaptığımız konuşmalarda laikliğin, çağdaş olmanın, cumhuriyet değerlerine sahip çıkmanın önemi üzerinde durduk. Durduk ama gördük ki nafile! Biz böyleyiz galiba: Yaşadıklarımızdan bir şeyler öğrenemiyoruz. Çok ciddi algı sorunumuz var.
Bu yazıyı bütün dünyanın cononavirüs belasından telef olduğu bir zamanda yazıyorum. Başta da dedim: Belleğimde olan her şeyi anlatmak istemiyorum. Bir mücadele azmine dönüşmeyecekse hatırlamanın da bir yararı yok. Bize “Sivas kahramanı” muamelesi yapılmasından zerre hoşlanmıyorum. Bu bir “rant kapma” meselesi değil. Orada belki bizim yalnızca derimiz yandı ama dışardaki milyonların da canı yandı.
(NOT: Bu yazımda Sivas Katliamının uluslararası emperyalizmle olan bağlantısına özellikle değinmedim. Çünkü akıldan azcık nasibini almış herkes bunun farkındadır, diye düşünüyorum.)