Zülfü yâre dokunmadan yazayım diyorum, olmuyor. Olumsuzluklar, mutlaka değinilmesi ve eleştirilmesi gereken durumlar önüme önüme çıkıyor. Başta eşim olmak üzere bazı dostlarım, kendimi bu kadar harap etmememi, boş vermemi salık veriyorlar ama yapamıyorum, sorumluluk duyuyorum. Özellikle adlarının önüne “yazar, şair” sıfatları konulan bazı kişilerde saptadığım yazım hataları ile davranış bozuklukları canımı çok acıtıyor. Hadi bir örnek vereyim de gönlünüz olsun: İsmi lazım değil bir kadın öykücü. İnstagramda paylaşmış. Popüler bir dergide ilk kez bir yazısı yayımlanmış da, onun heyecanı varmış kendisinde. “İlginize efenim” diyor, “efendim” demiyor. Ben yadırgadım. Şu “efenim, efeeem” laflarını ergenlik çağındaki çocuklardan duysam neyse ne, ama hem eğitimci ve hem yazar bir yetişkinden gelirse… Üzülürüm, evet!
Serde eğitimcilik var ya, yazmaya özendirdiğim birçok genç var. Kendilerini yazarak ifade etmelerini önemsediğimi söylüyorum. Ama önce özellikle yazmak istedikleri türde daha önceden emek vermiş yazarları okumalarını işaret ediyorum. Attilâ İlhan’ın dediği gibi, bazılarının üzerine “zar atıyorum”. Okullarda yaptığım söyleşilerde de öğrencilere ne yapıp edip günlük tutmalarını salık veriyorum. Telefon numaramla birlikte elektronik posta adresimi de veriyor, yazdıklarını bana göndermelerini istiyorum.
Her şeyi bozan nedir, diye soracak oluyorsanız… Dil ve yazım yanlışları… Benim Türkçenin doğru kullanımına verdiğim önem… Aşırı buluyorlar. Bazısı da gereksiz… Bunların arasında yarım kıytırık iki üç satır yazdıktan sonra Marquez’le, Saramago’yla, Sait Faik’le filan boy ölçüşmeye kalkan mı aramazsınız, orada burada “Ben Nâzım’ı aşacağım” diyen kerameti kendilerinden menkul zavallılar mı?
Küçücük bir eleştiri karşısında ölçüsüz bir hiddet ve öfkeyle ağza alınmayacak şeyler söyleyip kendine üç beş mürit bulabilmek neyi kurtarabilir, bilmiyorum. Ama kimseyi edebiyatçı, yazar, şair filan yapmayacağı kesin. Ayıptır söylemesi, Türk Dili dergisinde ilk şiirim yayımlandığı zaman (Şubat 1977) ben henüz 22 yaşımdaydım ve hemen birkaç ay öncesinde dilimize önemli hizmetleri geçmiş Ömer Asım Aksoy’dan “yalnız” sözcüğünü “yanlız” diye yazdığım için fırçanın âlâsını yemiştim.
Demem o ki, bu işler istikrar ister, bir. İkincisi, bıkmadan usanmadan doğru kitaplar okumak ve bir geçmiş edinmek… Bunları yapmadığınız zaman “yalnız” demez de “yanlız” da dersiniz, “tabii” ile “tabi” sözcüğünün yazılışını da karıştırırsınız. Zaten ardından da “efendim” yerine sanki okurlarına saygılı bir biçimde reverans yapıyormuş gibi “efenim” dersiniz, sonra sizi çevrenizdeki üç beş kişiden başka kimse ciddiye almaz, yiter gidersiniz. “Aman efendim, siz de çok acımasızsınız, o yüzden siz de birçok dostunuzu kaybetmişsiniz zaten,” diyorsanız… Baba ile oğul tarlada çalışırken oğlu “Baba, uçak geçiyor,” demiş. “Elleme geçsin!” demiş babası da… O hesap yani.