Eh artık sonbahar… İzmir’ den, Ankara’ dan, Manisa’ dan gelen yazlıkçı komşular döndüler. Çocuklar okula gidecek, iş güç… Kalanlar ise daha az. En son 11 Kasım’ da Ahmet beyler gittiler…
Şimdi giremediğimiz bir deniz, yaprakları sarıya çalan ağaçlar, bitkiler, kendilerine geniş alan bulmuş kediler, kuşlar kaldı. Sessiz sakin, huzurlu bir hayat…
Lakin ülke öyle mi? Hem kendi hay huyunuz, hem ülkenizin genel durumu ‘huzur’ u size bırakıyor mu? En güzeli bazen unutmaktır. Sonra nasıl olsa sırası gelince bellek önünüze getirecektir. Biz de galiba çoğu zaman öyle yapıyoruz, işimize gelmeyen şeyleri unutuyoruz, ambarın en arkalarına atıveriyoruz.
Her neyse sonbahardan söz ediyorduk ya, bu mevsim aynı zamanda soğukların da kapıya dayandığı ay. Ev ısınacak bunun için kömür, odun alınacak, soba kurulacak…
İzmir’ de de hep 10 Kasım Atatürk’ ü anma etkinliklerinden sonra sobayı yakmaya başladığımızı anımsıyorum. Şimdilerde böyle bir milat yok artık, çünkü doğalgaz sobayı sildi, mevsimler de değişti gitti. Ama biz Özbek’ te hâlâ soba kuruyoruz. Yanan bir soba, evin içinden Eğriliman’ da bulunan koydan denizi seyretmek… Şömine kadar olmasa bile, eh bu da kaçırılmayacak bir keyif doğrusu!
Bir de bahçemizdeki ağaçlar var… Onlar da artık bizim komşumuz arkadaşımız sayılmazlar mı? Her sabah kalktığımızda ilk onları görüyoruz! Geçen baktım incir, ceviz, nar artık pes etmiş durumdalar. Meyvelerinden eser kalmamış, yaprakları sararmış, feri sönmüş… Oysa Ağustostan beri sabah yürüyüşlerimizde hemen her gün üçer beşer yol boyundaki incirlerden yediğimizi hatırlıyorum. İncir her sabah önünden geçtiğimde parlak yapraklarıyla sanki bizlere kur yapıyordu.
Cevizler de öyleydi ama bu sene meyve açısından verimli oldukları söylemezdi. En son evin yakınındaki ağaçta birkaç ceviz bulunca nasıl da sevinmiştim. Daha oracıkta bir taş buldum ve bulduğum cevizleri kırarak yedim. Sonra hatırladım ki bu ceviz ağacı benim daha önce anlattığım ceviz ağacı. Aslında öykü yazarı Ahmet Büke’ nin bir öyküsünden etkilenerek ceviz ağacını anlatmıştım. Büke’ nin anlattığı öyküde ceviz ağacının pek çok olaya tanıklığı dile getiriliyordu. Bizdeki de ondan aşağı kalır mı? Sanmıyorum. O da mutlaka birçok olaya tanık olmuştur. Altından geçen çocukların yaramazlıklarını görmüştür, dedikodu yapan kadınları, çekemeyen komşulara hınzır hınzır bakmıştır. Daha neler neler!
AHMET BÜKE’ NİN NARLARI…
Sitedeki ağaçlar derken, nar ağaçlarından da söz etmeden olmaz! Narı severim, gerçi kim sevmez ki! Ama ben özellikle ekşili olanı severim. Gelin görün ki ekşili olan narın meyveleri nedense olgunlaşacağına yakın, tam ortasından çatlıyor. Kimi, buna gerekçe olarak çok su verilmesini, kimi başka şeyler söylüyor.
Geçen gün, arkadaşım aynı zamanda pek çok edebiyat ödülü sahibi Ahmet Büke’ nin “İnsan Kendine İyi Gelir” öykü kitabını okurken birden böyle bir nar hikâyesine rastlamaz mıyım? Çocuklar gibi sevindim!
Öyküde, tam da yenecek duruma gelen nar meyvesinin çatlaması, dallarını karıncaların basması konu ediliyor. Benim de nar ağacına her bakışımda içimin sızladığı bir konu. Çünkü nedenini bir türlü bulamıyorum ve her yıl narlar çatlıyor!
Her neyse, öykü nar ağacını istila eden karıncalara karşı nasıl önlem alınacağını tartışan dede ile babaannenin ileri sürdükleri önlemlerden oluşuyor. İlaç atılırsa ağaç karıncalardan kurtulur önlemi tartışılıyor. Babaanne karıncaların da hakkı var diye ilaca karşı çıkıyor. Dede ise daha gaddar, ” Karıncaların hakkı var da bizim yok mu yahu?” diyor. Çünkü ona göre “… karıncalar yürüyünce ağacın beli gıdıklanıyor. Gülmekten meyveler açılıyor. Vakti gelmeden pıtır pıtır aşağıya dökülüyorlar.”
Hikâye bu minval üzere uzayıp gidiyor. Babaanne ile dedenin önlem konusunda bir türlü anlaşamadıkları belli. Ama bu arada Babaanne erken davranıyor; ağacın dallarını toplayıp üstüne pekmez döküyor, böylece ağacın tepesine kadar çıkmış olan karıncalar pekmeze bulanmış dallara doğru gelmeye başlıyor. Önlem işe yarıyor, karıncalar nar ağacını terk etmiş oluyorlar. Huzursuz Dede’ ye de yapacak bir şey kalmıyor. Gerçi bizim narların çatlaması sorununa burada bir cevap yok ama olsun, ne yapalım!
Hikâye böyle anlatılmış…
***
Sonra biraz ötesindeki cevize gözlerimi çevirdim. İlkbahardaki canlılık yoktu. Yapraklar solmuş, üstündeki ceviz meyveleri toplanmış, bir iki tane yaprakları arasında saklanmış gibi duruyordu.
Oysa -hatırlayacaklar varsa- ben anlattığımda ilkbahardan yaz aylarına geçilen bir zaman diliydi.
Her neyse, Ahmet Büke öyküsünde pek çok olaya tanıklık eden bir ceviz ağacının gördükleriydi konu.
Bizim bahçedeki ceviz ağacı öyküdeki ağaçtan geri kalır mı?
Kim bilir nice olaya tanıklık etmiştir!
O dallar, o yapraklar neler görmüştür!
İşte bizim bahçe ve ağaçlar…
Bunlar var ya, dedim, aynı zamanda Ahmet Büke’ nin de ağaçları bunlar.
Onun da hakkı var bunlarda.
Ben o öyküleri okumadan önce onlara ağaç olarak bakıyordum, şimdi ise sanki bizim parçamız!
Edebiyatın gücü böyle bir şey midir?
Sonra döndüm, dilimde Süreyya Aydınhan’ nın,
“Kalbine deniz sığdırana
Küçük gelir göl
Dağınık yüzümde
Su mercimeği yeşili
Derin sulara göç mevsimim” Şiirinden dörtlük… Sobaya, odunlara, uzaktaki denizin görüntüsüne karıştım gittim.
Evet, Urla/ Özbek’ te Kasım ayı itibariyle bir sonbahar en azından böyle başladı bakalım nasıl gidecek!