- Yaşar Kemal’li Anılar - 12 Şubat 2023
- ÖLÜMÜ BEKLERKEN… - 19 Temmuz 2021
- BİTMEMİŞ BİR DAVA: SİVAS KIYIMI - 5 Temmuz 2021
1960’lar, Türkiye’nin siyasal-toplumsal tarihinde bir dönüm noktasıdır. Kırk yıllık bir kesintinin ardından sol düşünceyle yeniden o yıllarda tanıştı halkımız. Dönemin Başbakanı Adnan Menderes ile iki bakanın Yüksek Adalet Divanı kararıyla idam edilmiş olmaları “27 Mayıs Hareketi”ne gölge düşürmüş olsa da ülkemiz o yıllarda tarihinin en demokratik ve özgürlükçü sürecine girdi. Sosyalizme açık ’61 Anayasası”nın kabulü, Türkiye’de çok farklı bir siyasal iklimin doğmasına yol açtı. Gençlerimiz yeni siyasal akımlarla, sol düşünceyle tanıştı. Özellikle Türkiye İşçi Partisi’nin 1965 seçimlerinde ilk kez 15 sosyalist milletvekili ile Meclis’e girmesi tüm dengeleri değiştirdi. Hepimiz, okuduklarımız ve yaşadıklarımızla yeni bakış açıları kazandık; düşünsel çevrenimiz genişledi. 60’lı yıllar, bana göre Türkiye’nin “İkinci Aydınlanma Dönemi”dir. 2013 Haziranı’ndaki halk ayaklanmasında somutlanan “Gezi Direnişi”, Ataol Behramoğlu’nun da dediği gibi, “60’larda yükselip 68’de doruğa çıkan devrimci gençlik enerjisinin yeni koşullardaki devamıdır.”
TİP, 13 Şubat 1961’de 12 sendikacı tarafından kuruldu. Bu olay, ülkemizin tarihinde bir ilkti. O yıllarda “antikomünist” eğilimler sendikal harekette yaygın ve güçlüydü. TİP’i kuranlar biraz da el yordamıyla bu işe girişmişlerdi. Yani kurucuları işçiler ve sendikacılar olmakla birlikte, parti yöneticilerinin işçi sınıfı ideolojisini yeterince özümsedikleri söylenemezdi. Ancak bu insanlar bir yıl sonra partinin başına sosyalist aydın Mehmet Ali Aybar’ı getirerek tarihsel bir görev yaptılar. Aybar, 1946 yılından beri düşünsel ve eylemsel sol hareketin içindeydi. Ayrıca Devletler Hukuku Doçenti olarak da saygın bir akademik kimliğe sahipti. Önce Hür, sonra Zincirli Hürriyet gazetelerini çıkarmış, bu yüzden hapis yatmıştı. Onun Genel Başkanlığı döneminde TİP’in sosyalist karakteri öne çıkmaya başladı. Türkiye’nin en seçkin aydınlarının TİP’e yönelmesi de bu süreçte hız kazandı. Sadun Aren’den Behice Boran’a, Abidin Dino’dan Adnan Cemgil’e, Doğan Özgüden’den Fethi Naci’ye, Murat Sarıca’dan İdris Küçükömer’e, Şükran Kurdakul’dan Samim Kocagöz’e, Çetin Altan’dan Can Yücel’e pek çok bilim insanı, yazar, sanatçı TİP’e katıldılar. Ünlü yazarımız Yaşar Kemal’in TİP üyeliği de bu dönemde gerçekleşti.
IRGATLIKTAN DÜNYA YAZARLIĞINA
Yaşar Kemal, 1. Dünya Savaşı sırasında Van’dan Adana’ya göçmüş bir ailenin çocuğu olarak 1926 yılında Kadirli’nin Hemite (yeni adıyla Gökçedam) köyünde dünyaya geldi. Asıl adı Kemal Sadık Göğceli’dir. Çocukluğunda ve ilk gençliğinde traktör sürücülüğü, ırgatbaşılığı, çeltik tarlalarında kontrolörlük, yazmanlık, vekil öğretmenlik, kütüphane memurluğu, arzuhalcilik, folklor derlemeciliği gibi çok çeşitli işler yaptı. 1946 yılında ilk kez gittiği İstanbul’da, ekmeğini Fransızlara ait Havagazı Şirketi’nde çalışarak kazanmaya başladı. Ne ilginçtir ki bir zamanlar ayak işlerinde çalıştırdıkları Yaşar Kemal’e, Fransızlar yıllar sonra “büyük yazar” olarak iki kez “Légion d’Honneur” nişanı vereceklerdi…
Yaşar Kemal cezaeviyle ilk kez 1943 yılında, 17 yaşındayken tanıştı. İkinci tutukluluğu ise 1950 yılında oldu. Komünizm propagandası yaptığı suçlamasıyla Kozan Cezaevi’nde bir yıl hapis yattı. Çevresinde “komünist” olarak mimlenince artık Kadirli’de barınamayacağını anlayıp 1951 yılında kapağı yeniden İstanbul’a attı.
İlk kitabı, 1943 yılında Abidin Dino’nun çabasıyla Adana Halkevi’nce basılan folklor derlemesi Ağıtlar’dır. Ama o yıllarda tanınan biri değildi. Yaşar Kemal, 1951 yılından sonra Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Çukurova Yana Yana” ve “Yanan Ormanlarda Elli Gün” röportajlarıyla duyurdu adını. Onu üne kavuşturan ve dünya yazarı konumuna yükselten ilk öykü kitabı Sarı Sıcak (1952), ilk romanı ise kırk yabancı dile çevrilen İnce Memed’dir (1955).
Yaşar Kemal, anılarını yazmadı ama onun romanlarında çocukluğundan büyük izler, yaşantılar, gözlemler, tanıklıklar vardır. Özellikle “Kimsecik” üçlemesi, Yaşar Kemal’in yaşamöyküsünden hayli öğe barındırır.
Kuşku yok ki hem yaşadığı coğrafyanın doğal özellikleri hem çocuk yaşta Çukurova’da gözlemlediği sınıf çelişkileri hem de çevresindeki toplumcu aydınların etkisi, Yaşar Kemal’in siyasal çizgisini belirlemede ve sosyalizme yönelmesinde etkili olmuştur. Bütün bu öğelerin bileşimi, onu pamuk tarlalarındaki ırgatlıktan dünya çapındaki yazarlığa yükseltmiştir.
YAŞAR KEMAL’Lİ ANILAR
Yaşar Kemal’le hangi yıl tanıştığımızı tam olarak anımsamıyorum. Büyük olasılıkla, TİP’in Trabzon İl Örgütü’nü kurma hazırlıklarını sürdürdüğümüz 1965 yılı öncesinde olmalı. Çünkü o sıralar parti toplantıları için sık sık Ankara’ya gidiyordum.
TİP Genel Merkezi henüz İstanbul’dan Ankara’ya taşınmamıştı ve Atatürk Bulvarı üzerindeki İl Merkezi, aynı zamanda Genel Merkez görevi görüyordu. Parti binası, özellikle akşamüstleri cıvıl cıvıl olur, dönemin tanınmış aydınları orada toplaşırdı. Akşam işten çıkanlar mutlaka uğrardı partiye. Çok sayıda ünlü yazarla, ozanla, ressamla, tiyatro oyuncusuyla ve “eski tüfek”le ilk orada tanıştım. Kendi adıma büyük keyif aldığım, bitmesini hiç istemediğim buluşmalardı bunlar. Binanın altında Milka Pastanesi vardı. Bazen oraya iner, sohbetlerimizi pastane ortamında sürdürürdük…
1966 yılında Malatya’da toplanan 2. Büyük Kongre öncesinde parti içinde ayrışmalar başlamıştı. Ayrıca Mihri Belli’nin başını çektiği ve gençlik üzerinde hayli etkili olan “Milli Demokratik Devrim” (MDD) tezi de partide bir basınç yaratmıştı. MDD’ye yakınlık duymuyordum ama Aybar’ın son zamanlardaki buyurgan tutumundan da rahatsız olmaya başlamıştım. Yaşar Kemal, Karadeniz delegeleri üzerinde etkili olduğumu düşünerek Aybar’ı desteklemem için beni sıkıştırıyordu. Malatya’da bir ara koluma girerek neden Aybar’ın yanında olmam gerektiğini uzun uzun anlatmıştı. Yaşar Kemal’in yüreğimde tartışmasız bir yeri vardı. Ama siyasal duruşumdan da ödün vermek istemiyordum. Direndiğimi görünce, hiç unutamadığım şu sözü söylemişti:
“Oğlum, bırak şu Laz inadını! Sen Kürt’ün deniz görmüşü, ben Laz’ın dağa kaçmışıyım!”
Malatya Kongresi’nde yaşanan bir başka ilginç olay da Yaşar Kemal’le Can Yücel arasındaki kavgaydı.
Ünlü ressam Balaban’ın delegeliği konusunda Kongre’de tartışma çıkmıştı. İbrahim Balaban, Bursa İl Örgütü’nce Büyük Kongre delegesi seçilmiş, ancak “cinayet” suçundan eski bir mahkûmiyeti olduğu için Yargıtay Başsavcılığı’nın uyarısı üzerine delegeliği Genel Merkez’ce iptal edilmişti. Kongrede bunun üzerine tartışma çıktı. Can Yücel kürsüde konuşurken, Sovyetler Birliği önderi Hruşçov’un BM’deki protestosuna benzer bir davranış sergilemek istedi. Pabucunu çıkarıp kürsüye vurarak, “Balaban’ın delegeliğini kaldıran Genel Merkez yönetimini kınıyorum!” dedi. Her zaman Aybar’ın yanında yer alan Yaşar Kemal, kürsüdeki Can Yücel’in üzerine yürüyünce ortalık karıştı. İki ünlü yazarın yumruklaşmaya varan kavgasını ayırmak kolay olmadı…
Can Yücel, “Arkadaşlar, sosyalizm tüzük işi değil büzük işidir!” sözünü bu kongrede söylemişti…
1969 milletvekili seçimleri sırasında TİP’in radyo konuşmalarını hazırlayan ekibin başındaydı Yaşar Kemal.
Merkez Yürütme Kurulu üyesi olarak, 15 radyo konuşmasından birini ben yapmıştım. Konuşma metnini güç beğendirmiştim ona ama 5 Ekim 1969 günü akşamı Ankara Radyosu’ndaki canlı yayından çıkıp TİP Genel Merkezi’ne döndüğümde, beni sevgiyle kucaklayıp sıkı sıkı sarılarak kutlamıştı. Sonra da bu radyo konuşmasından dolayı, “Hükümetin manevi şahsiyetine hakaret ve devletin güvenlik güçlerini aşağılama” suçlamasıyla 12 Mart döneminde yargılanmıştım…
YAHYA KEMAL’İN KOLTUĞU
TİP üyeleri arasında yoldaşlık bağları çok güçlüydü. Partililer, aile bireylerinden daha yakındı birbirine. Herkes bu içten sevgi ve dayanışma ortamında çok mutluydu.
TİP, ABD emperyalizmine karşı açıktan savaşım veriyordu. Ama ABD Büyükelçiliği, TİP’te üst düzey yönetici olan Yaşar Kemal’i, dünya çapındaki ününden dolayı resmi resepsiyonlara çağırırdı. O da şenlik olsun diye, partideki gençleri toplayıp o kutlamalara götürürdü!
Bir gece İstanbul’da partili birkaç arkadaşla Park Otel’e götürmüştü beni. Orada birkaç eski komünistle tanıştım. Yanılmıyorsam, Yaşar Kemal’in tanıştırdıklarından biri de Cavit Yamaç’tı. Çevirmen olduğunu söylemişti. Hayatımda ilk viskiyi o gece içtim. Adını çok duyduğum, bizim yerli burjuvaların bir statü simgesi olarak bol bol tükettikleri bu Amerikan içkisi hayli ağır gelmişti bana. İlk bardakta boğazım yanınca, sonrakini sulandırarak içmeye çalışmıştım. Bir ara fuayeye geçmiştik. Yaşar Kemal, esrik kafayla beni orada bir koltuğa oturtmuş ve şöyle demişti: “Bak, şu anda Yahya Kemal’in koltuğunda oturuyorsun!” Yahya Kemal bekâr bir adam olduğu için Park Otel’i kendine mesken tutmuş ve yaşamının son yirmi yılını orada geçirmişti. Otel yönetimi de ozanın anısına saygı göstererek onun sürekli oturduğu koltuğa, ölümünden sonra adını taşıyan bir metal etiket iliştirmişti. Yaşar Kemal o gece, Park Otel’de Doğan Nadi’nin akşamları kafa çektiği barı da gösterdi bana. Meğer Ankara’daki Karpiç gibi, bir zamanlar ünlü yazarların, sanatçıların mekânıymış burası da…
SİYASAL GÖRÜŞLERİ
Yaşar Kemal’le parti yoldaşlığı dışında bir ortak yanımız daha vardı: Gazetecilik… O, uzun yıllar Cumhuriyet’te çalıştıktan sonra, 1967 yılında Doğan Özgüden ve Fethi Naci ile haftalık Ant dergisini çıkarmaya başlamıştı. Ben de aynı dönemde birkaç İstanbul gazetesinin Trabzon muhabiriydim. Ayrıca Sömürücülüğe Karşı Savaş adlı haftalık sosyalist gazeteyi çıkarıyordum. Ant yayımlanmaya başlayınca, derginin gönüllü Trabzon muhabirliğini de üstlendim. Dönemin ünlü sosyalistlerinin yanı sıra Yaşar Kemal de düzenli yazıyordu bu dergide.
Yaşar Kemal’in Cumhuriyet ve Mustafa Kemal sevgisine, hem özel sohbetlerimizde hem Ant’taki yazılarında tanık olmuştum. Zaten Türkiye İşçi Partisi de bu değerlere içtenlikle bağlı bir siyasal çizgi izliyordu. “Sosyalizmle Kemalizm arasında Çin Seddi yoktur” sözünü o sıralar “eski tüfek”lerden çok duyardım. Yaşar Kemal’in Ant dergisinin 3 Ocak 1967 tarihli ilk sayısındaki yazısının başlığı “Milliyetçilik ve Sosyalizm”di. O yazıda, “Kapitalizmin emrine almaya çalıştığı, kullandığı, ters bir yöne çektiği kutsal bir kavram da Milliyetçilik kavramıdır” denildikten sonra, ulusal değerlere sahip çıkmayanların asla “milliyetçi” olamayacakları belirtiliyordu…
Nitekim Nebil Özgentürk’ün hazırladığı “Yaşar Kemal Belgeseli”nde de yazarın “Mustafa Kemal Paşa” sevgisi çok açıktı. Yaşar Kemal’in yazılarında “Türk dili”, “Türk kültürü”, “Türk milleti” ve “Türkiye’nin bütünlüğü” kavramları her zaman ağırlıklı bir yer tutmuştur. Televizyon ekranlarında, “Ne heyir gördük biz bu Cumhuriyetten!” diyenler, Yaşar Kemal’in Cumhuriyet sevdasını anlayamaz!
TİP’LE YOLLAR AYRILIYOR
Yaşar Kemal de pek çok aydın ve sanatçı gibi, TİP’e Mehmet Ali Aybar’ın çağrısıyla katılmış ve parti organlarında görev almıştı. Kendisiyle Genel Yönetim ve Merkez Yürütme kurullarında birlikte çalıştık. Ancak Aybar’la TİP’in yollarının ayrıldığı 1969 seçimleri sonrasında Yaşar Kemal de partiden uzaklaştı. Bir başka anlatımla, 1962 yılında Aybar’la geldiği TİP’ten, on yıl sonra yine onunla gitti. Çünkü o da Aybar gibi, Sovyet sistemine karşıydı. Bugünün “liberal sol”una denk düşen “Euro Komünizm”e (Avrupa Komünizmi) yakın duruyorlardı. Bir tür legalizm ve “sandık fetişizmi” yüceltiliyor, “Avrupa değerleri” parlatılıyordu. Yaşar Kemal, 1960’larda “Onlar Ortak, Biz Pazar!” diyerek karşı çıktığımız AB’ye bile son yıllarda sıcak bakmaya başlamıştı…
Yaşar Kemal kendisini her ne kadar “sosyalist” olarak tanımlasa da işçi sınıfı biliminin kuramsal sorunlarıyla pek ilgili değildi. Siyasal içerikli yazıları genel geçer düzlemdeydi. Partide daha çok “propaganda” ve “ajitasyon” alanında işlevli olmuştu. Aybar’la kopmaz bağları vardı ve onun siyasal doğrultusu, kendisi için de tartışmasız doğruydu.
Büyük ve etkili bir yazardı ama doğaçlama konuşmaları başarılı sayılmazdı. Aybar gibi, Çetin Altan gibi, Can Yücel gibi, ondan çok daha güçlü hatipleri vardı partinin. Yaşar Kemal, daldan dala, çok dağınık konuşurdu. Ama büyük ünü, popüler kimliğiyle partiye güç vermiş, kamuoyunda sempati kazandırmıştı.
TİLDA’YA BAĞLILIĞI
Yaşar Kemal, İl Başkanlığım sırasında Trabzon’da konuğumuz olmuştu. Onu Parti binasında dinleyen KTÜ ve Fatih Eğitim Enstitüsü öğrencisi gençler, dev yazarla erken yaşta tanışıp diz dize senlibenli konuşmanın mutluluğunu yaşamışlardı.
İçi dışı bir adamdı. Konuşurken sözünü sakınmazdı. Gazetesinde karısının “Yahudiliğini” diline dolayıp sonra da toplantımıza gelerek kendisini kucaklamak isteyen Trabzonlu bir yazarı “ikiyüzlülükle” suçlayarak salondan kovmuştu. Günlerin Kıyısından adlı kitabımda bu olayı ayrıntılarıyla anlatmıştım. Gerçekte yüzü her zaman gülen, çocuksu muziplikleri olan sıcakkanlı bir insandı. Partideki çalışmalarımız sırasında kimseye kırıcı bir söz söylediğini anımsamıyorum. Trabzon’da eski bir arkadaşına gösterdiği bu sert tepki, o gün hepimizi çok şaşırtmıştı. Ama bunu en iyi anlayanlardan biriydim. Çünkü Yaşar Kemal’in yaşamında, eşi Tilda’nın bambaşka bir yeri vardı. Eşinden her zaman sevgiyle, saygıyla, minnetle söz ederdi. Böyle bir insan için Trabzon’daki yerel bir gazetede -belki de kendisinin görmeyeceği düşünülerek- ileri geri kalem oynatılması onu çok öfkelendirmişti. Şimdi aramızda olmadığı için adını yazmak istemediğim patavatsız arkadaş salondan çıkınca, Yaşar Kemal neden böyle davrandığını açıklamış, sonra yeniden neşeli havasına dönerek gençlerle sıcak söyleşisini sürdürmeye koyulmuştu.
Tilda Kemal, birkaç dil bilen yetkin bir çevirmendi. Yaşar Kemal’in dünya çapında tanınmasında onun büyük katkısı olmuştu. Tilda, 2001 yılında öldüğünde, Yaşar Kemal yarısını yitirmiş gibi olmuş, yorgun yüreği bu acıyı taşımakta zorlanmıştı. Onu toprağa verirken söylediği, “Bana yaşattığın bu güzel hayat için sana teşekkür ediyorum sevgilim!” tümcesi belleğime kazınmıştır…
“KÜRT SORUNU”NUNA BAKIŞI
Yaşar Kemal Kürt kökenliydi ama “Kürt sorunu” konusunda milliyetçi bir tutum içinde olmadı. Onun bu yaklaşımı kimi Kürt çevrelerince çok eleştirildi. Nitekim Edebiyatçılar Derneği’nin Mayıs 1993’te Ankara’da düzenlediği “Yaşar Kemal Günleri”nde Yurt Yayınları sahibi Ünsal Öztürk kendisini, “Kürtleri savunmadığı” gerekçesiyle eleştirince sinirlenmiş ve toplantıyı terk etmişti.
Öte yandan son yıllarda kimileri de ona “Kürt özgürlük hareketinin önderi” payesini vermeye çalışmıştı. Bu iki uç yaklaşım da doğru değildi. Yaşar Kemal’in ölümünden sonra BirGün gazetesinde yazdığım bir yazıda (16 Mart 2015), konuyla ilgili kimi gerçekleri anımsatma gereğini duymuş ve şöyle demiştim:
“Bugün Yaşar Kemal’i Kürt hareketinin simge adlarından biri gibi göstermeye çalışanlar, yıllar önce onu, ‘Kürt halkının davasına sahip çıkmıyor!’ diyerek ‘hain’ ilan etmişlerdi!
Nobel’e defalarca aday oldu. Ama vermediler. Çünkü ‘Kürtçülük’ yapmıyordu. Yaşar Kemal’in Nobel’i almasını milliyetçi Kürtlerin engellediğini açıklayanlar da onun iki ‘manevi çocuğu’, yani Zülfü Livaneli ile Ahmet Gümüştekin’di…”
Ardından, Zülfü Livaneli’nin “Sevdalım Hayat” adlı anı kitabından şu alıntıyı yapmıştım:
“Bir seferinde Yaşar Kemal, Nobel Ödülü’ ne çok yaklaşmıştı. En güçlü aday olarak adı geçiyordu ve sonradan öğrendiğimize göre, ödülü kazanamaması için hiçbir neden yoktu. Tam o sırada bazı Türkler ve Türkiyeli Kürtler devreye girerek Yaşar Kemal aleyhine bir dedikodu çarkı çevirdiler. İsveç akademisine, Türk edebiyatını iyi bilmediklerini, aslında Yaşar Kemal’in Türkiye’de beşinci sınıf bir yazar olduğunu, sadece o çevrilmiş olduğu için ödülü ona vermenin haksızlık olacağını söylemişler.
Bu arada bazı Kürtler de Yaşar Kemal’in Kürt olduğu halde Türkçe yazmasının Kürt kimliğini inkâr etme anlamına geldiğini öne süren bir kampanya başlattılar. Onlara göre Yaşar Kemal, Kürt halkının masallarını alıp Türklere mal etmekle görevli bir devlet yazarıydı.” (“Sevdalım Hayat”, Zülfü Livaneli, Remzi Kitabevi, 2007, s. 206).
1995’de Der Spiegel dergisinde yayımlanan bir yazısından dolayı Yaşar Kemal hakkında dava açılmıştı. İlerici aydınlar, “Biz de bu görüşleri paylaşıyoruz” diyerek kendisine destek çıkmış; Can Yayınları sahibi Erdal Öz’ün katkılarıyla ortak imzalı bir kitap da yayımlanmıştı.
Edebiyatçılar Derneği üyesi bir grup arkadaş, Yaşar Kemal’le dayanışma için Ankara’dan minibüsle Beşiktaş DGM’deki duruşmayı izlemeye gittik. Yaşar Kemal savunmasında yargıçlara seslenerek şöyle demişti: “Benim yazılarım halkımıza birer çağrıdır. Öncelikle batıdaki, doğudaki çocukları, savaşta ölmüş anaları çağırıyorum. Bu savaş en çok sizin yüreğinizi yaktı. Herkesi çağırıyorum, sayın yargıçlar sizleri de bu savaşı durdurmak isteyenlere katılmaya çağırıyorum. Bu ülke hepimizindir ve bu ülke insanlık tarihinde çok uzun yaşamaya layıktır.”
“KÜRT’LERİN EN TÜRK’Ü…”
Yaşar Kemal’i 28 Şubat 2015 tarihinde yitirdik. Ölüm haberini alınca koca bir dal kırıldı içimde.
O, evrensel bir kalemdi. Yokluğu yalnız ülkemiz için değil tüm dünya için büyük bir kayıptı.
Yaşar Kemal’in ütopyası “iyi insan”dı.
“O güzel atlara bindiler, çekip gittiler” dese de bu toprakların insanından umudunu hiç kesmedi.
Hümanistti. Yurtseverdi. Aydınlanmacıydı. Halkın yazarıydı…
“Kendimi bildim bileli Türkiye’nin halklarının yanındayım. Kendimi bildim bileli zulüm görenlerle, hakkı yenenlerle, sömürülenlerle, acı çekenlerle, yoksullarla birlikteyim” diyordu. “Kürt sorunu Türkiye’nin demokrasi sorunudur, Türkiye’nin bütünlüğünün korunması gerekir. Bir kardeş kavgasında kazanan olmaz” diyordu…
Sait Faik, bir kitabını, “Kürtlerin en Türk’üne, Türklerin en Kürt’üne…” diye imzalamıştı Yaşar Kemal’e.
Bence Yaşar Kemal için yapılabilecek en doğru tanım budur.
Cenazesine katılanların çeşitliliğini görünce, “Herkesin Yaşar Kemal’i başka!” demekten kendimi alamamıştım. Bir insan bu kadar çok farklı kesimlerin dostluğunu kazanmayı başarmışsa, “Yaşar, Kemal Türkiye’dir!” diyebiliriz rahatlıkla. Tıpkı De Gaulle’ün, “Sartre, Fransa’dır!” dediği gibi…
Bu yazıyı hazırlarken Yaşar Kemal’in kitaplığımdaki yapıtlarına göz atıyordum. “Ölmez Otu” romanının ilk sayfasında şu kısa ithafını görünce çok duygulandım:
“Attilama candan.
Yaşar Kemal
25.11.1968, İst.”
Anımsadım sonra. Kitabı imzalarken, “Böyle bir ithafı bir karıma, bir de oğluma yazdım!” demişti. Yaşar Kemal gibi bir devi yakından tanımak, onunla aynı ortamlarda bulunmak büyük bir şans ve onurdu benim için.
BU BİR ÇAĞRIDIR
Yaşar Kemal’in son yirmi yıl boyunca halka ve yöneticilere yaptığı barış çağrıları, 2012 yılında Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Bu Bir Çağrıdır adlı kitapta toplandı. Yazımızı, bu kitabın sunuşunda yer alan Yaşar Kemal’in vasiyeti niteliğindeki şu sözlerle noktalıyorum:
“Ey Türk halkı, Kürt halkı, bu toprakların kültür zenginliği olan bütün halklar, sözüm hepinizedir. Yirmi yıldan fazladır bu ülkede herkesin onuruyla, barış içinde yaşaması için çağrıda bulundum. Bu çağrıları bu kitapta toplayarak bir kez daha sesleniyorum. Bu kardeş kavgasında binlerce binlerce gencimizi toprağa verdik. Çok kötülük, zulüm oldu. Bu savaş bin yıllık kardeşliğin önünü kesti. Dostluk topraklarına öfke ve kin tohumları serpildi (…) Bugün bir umutsuzluk yeli ortalığı kasıp kavuruyor. Ben diyorum ki, kültür zenginliğini kurtarmak elimizde. Ülkemizin onurunu, ekmeğini, kültür zenginliğini kurtarmak elimizde. Ülkenin onuru dürüst bir demokratik düzenin kurulması için aklımızla, yüreğimizle el ele verelim. Bu bir çağrıdır. Sözüm sizedir.”