ATTİLA AŞUT
“DENİZ’LERİN ŞEKİBE ABLASI”
Türkiye sosyalist hareketinde derin izler bırakmış iki değerli yoldaşımız, geride bıraktığımız şubat ayında üç gün arayla sonsuzluğa uğurlandı. Bu iki çınarımızdan biri, devrimcilerin savunmanı ve “Deniz’lerin Şekibe Ablası” Şekibe Çelenk’ti. 22 Şubat sabahı şafak sökerken yitirdik onu. Aynı gün ikindi vakti, Ankara’nın Karşıyaka sırtlarında kendisini bekleyen sevgili eşi Halit Çelenk’e ve “Üç Fidan”a kavuştu…
Şekibe Çelenk, Türkiye’de herkesin saygı duyduğu bir sosyalistti. Onun yaşamöyküsü, kızı Serpil Çelenk ile gazeteci Sultan Özer’in birlikte hazırladıkları “Deniz’lerin Şekibe Ablası” adlı kitapta ayrıntılı biçimde anlatılmıştı.
1962 yılında eşi Halit Çelenk’le Türkiye İşçi Partisi’ne katılmış, Parti’nin çeşitli kademelerinde çalışmış, bir dönem Yüksek Disiplin Kurulu’nda görev yapmıştı. 1963 yerel seçimlerinde TİP’e ayrılan radyo konuşmalarından birini de onun sesinden dinlemiştik.
Şekibe Abla ve Halit Abi, yaşamları boyunca birbirinin elini hiç bırakmamış örnek yoldaşlardı. Kendilerini hem toplumsal savaşım içinde hem ev ortamında yakından tanıma olanağını bulmuştum. Sevgi doluydular. Onlar dünyanın tüm devrimcilerini kardeş bilir; Atatürk’le Marx’ın, Che Guevara ile Deniz Gezmiş’in fotoğraflarını evlerinin en görünür yerine yan yana asmaktan gurur duyarlardı.
Şekibe Çelenk, 12 Mart döneminde Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamına onay veren siyasileri hiç bağışlamadı. Süleyman Demirel’e o yüzden büyük öfke duyardı. Kenan Evren’i de başta İlhan Erdost olmak üzere onlarca devrimcinin katili sayar, lanetlerdi. Her 6 Mayıs’ta “Karşıyaka’nın Üç Gülü”nü ziyaret eder, gömütlerine çiçek bırakırdı. Artık orada sonsuza dek birlikteler…
ACI ÜSTÜNE ACI
Çelenk ailesinin yakın dostu Muzaffer Erdost da uzun süredir rahatsızdı. Ankara Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde sağaltım görüyordu. Ayakları üzerinde duramıyor, yürüteç yardımıyla hareket edebiliyordu. Şekibe Çelenk’in ölüm haberini alınca hiç duraksamadan Karşıyaka’ya gitmek istediğini söyledi. Arkadaşlarının kollarında katıldı cenaze törenine. Gömüt başında titreyen sesiyle yaptığı “veda konuşması”nda, “emeğin ve emekçilerin tarihi”ne göndermede bulunmuş, “insanı karanlıktan aydınlığına çıkaracak olan sosyalizm cephesi”ne inancını belirtmiş ve Şekibe Çelenk’in kişiliğinde, “Namluların üstüne çevrildiği bu yabanıl cangılda kalem tutmuş, kitap çatmış, tırpan sallamış, çekiç vurmuş olanlar”a selam göndermişti…
Üç gün sonra o da ayrıldı aramızdan. Sessiz ve sitemsiz bir gidişti bu. 40 yıldır özlemini çektiği can kardeşi İlhan Erdost‘a ve yürekten bağlı olduğu Çelenk çiftine kavuşmuştu. Art arta gelen bu iki ölümle katlandı acımız…
Muzaffer Erdost, 12 Eylül darbesinden sonra büyük acılar yaşamıştı. Kardeşi İlhan Erdost, 7 Kasım 1980’de Mamak Askeri Cezaevi’nde dövülerek öldürülmüş; son yıllarda ise eşi Râna Hanım’la oğlu Barışta’yı yitirmişti.
MAMAK’TA İŞLENEN CİNAYET
İlhan’ın öldürüldüğü Mamak Cezaevi’nin C Blok’taki koğuşunda daha sonra ben de tutuklu kaldım. Koğuş arkadaşlarım, bu ölüme tanık olmuş kişilerdi. Muzaffer Abi ile kardeşinin mahkemeden cezaevine getirilirken askeri cemse içinde öldürülesiye dövüldüklerini, İlhan Erdost’u avludan yarı baygın biçimde koğuşa taşıdıklarını ve ağrılarını dindirmek için vücuduna kas gevşetici bengay merhemi sürdüklerini anlatmışlardı. O sahneleri tutuklu arkadaşlardan dinlerken çok acı çekmiştim. Gözümde İlhan Erdost’un Hacıbayram Camisi avlusundaki hüzünlü cenaze töreni canlanmıştı yeniden…
12 Eylül karanlığının en koyu günleriydi. Ülkede sıkıyönetim vardı ve korku egemendi. İlhan Erdost’un 11 Kasım 1980’deki cenaze törenine o yüzden çok az insan katılabilmişti. Tabutun başındaki Muzaffer Erdost’u neredeyse tanıyamayacaktım! Haki renkli kalın ve geniş paltosu içinde, Nazi kampından çıkmış bir savaş tutsağını anımsatıyordu. Yüzü şiş içindeydi. Kirli sakalı ve üç numara traşlı saçıyla olduğundan kilolu görünüyordu. Muzaffer Abi’nin bu perişan hali çok dokunmuştu bana. Nemlenen gözlerimi kaçırarak sıkı sıkı sarılmıştım ona. Yoğun duygular içindeydim. Cenaze töreninden eve dönünce hemen kaleme sarılıp “Alaz Ağıtı” şiirimi yazdım. Ertesi gün götürüp Muzaffer Abi’ye verdim o şiiri. Sonra ben de tutuklandım. Trajik duruma bakın ki Mamak’ta gönderildiğim yer, İlhan Erdost’un can verdiği koğuştu…
Daha sonra Muzaffer Abi’nin hazırladığı İlhan İlhan kitabında “Alaz Ağıtı” şiirimin de yer aldığını cezaevindeyken öğrendim. Büyük bir moral olmuştu benim için de…
Kitabı, cezaevinden çıktıktan sonra görebildim. Evde bekliyordu beni! Muzaffer Ağabey, ışıklar içinde yatası kayınvalidem Nazmiye Hanım’a, “Acıları çoğaltmak için değil, direncimizi artırmak umuduyla…” diye yazıp imzalamıştı İlhan İlhan’ın ilk baskısını. Tarih: 8 Şubat 1984.
ERDOST’LARLA DOSTLUĞUMUZ
Muzaffer Erdost’la uzun yıllara dayanan bir dostluğumuz vardı. Yazı İşleri Müdürlüğünü yaptığı haftalık Pazar Postası dergisinin son dönemine yetişmiştim. Muzaffer Erdost’un sanata ve özellikle de şiire yoğunlaştığı yıllardı. Sanıyorum onunla ilk karşılaştığımda Ankara’da Ulus gazetesinde çalışıyordu ve Sol Yayınları’nı kurma hazırlığı içindeydi. Sonraları yolum çok düştü onun yayınevine. Trabzon’dan Ankara’ya her gelişimde ilk uğradığım yerler arasında Remzi İnanç’ın Toplum Kitabevi ile Muzaffer Erdost’un Sol Yayınları da vardı. İkisi de Ulus’ta, Sanayi Caddesi’ndeki Demir İşhanı’ndaydı. Sol Yayınları’nda İlhan Erdost’la da tanışıp arkadaş olmuştuk. Yayınevinde tanıdığım “eski tüfek sosyalistler” arasında Erdoğan Berktay ve Mihri Belli de vardı. Onlar çevirileriyle katkıda bulunuyorlardı Sol Yayınları’na.
Başlangıçta Muzaffer Abi ile farklı siyasal çizgilerdeydik ama dostluğumuz bu durumdan hiç etkilenmedi. Ben 1960’larda Türkiye İşçi Partisi üyesi ve yöneticisi olarak partimizin “Sosyalist Devrim” tezini savunurken, Muzaffer Abi; Mihri Belli çevresinin “Milli Demokratik Devrim” (MDD) çizgisindeydi. Dahası, MDD’nin yayın organı konumundaki Türk Solu dergisinde yazıyordu. Derginin sorumlu yazı işleri yönetmenliğini ise sırasıyla Vahap Erdoğdu, Ahmet Say ve Bora Gözen üstlenmişti…
Sol Yayınları’nın Marksist klasikleri hepimizin başucu kitaplarıydı. İlk beslenme kaynaklarımız bu yayınlardı. Sosyalizmin Alfabesi (Leo Huberman), Felsefenin Temel İlkeleri (Georges Politzer), Ekonomi Politik (Nikitin), Ne Yapmalı? (Lenin) elimizden düşmüyordu. Marx’ı, Engels’i okuyor; sosyalizmin temel kavramlarını ve kapitalizmin işleyiş yasalarını anlamaya çalışıyorduk.
O dönemde sol yayıncılık biraz el yordamıyla yapılıyordu. Sol Yayınları bu alanda bir ilkti. Dolayısıyla çevirilerde kimi eksik ve yanlışlar da kaçınılmaz oluyordu. Dönemin TİP çizgisindeki etkili sosyalist dergilerinden ANT’ı yöneten Doğan Özgüden, Muzaffer Erdost’un ardından yazdığı yazıda bu konuya değinirken şu anımsatmayı yapmıştı:
“Başta Karl Marx’ın Kapital’i olmak üzere Marksist literatürün birçok kitabını Türkçeye kazandırmış olan Erdost’la, bu kitaplardan bazılarındaki çeviri yanlışlarından ötürü yapılan eleştirileri konuştuğumuzda, son derece alçakgönüllü, ‘Marksist-Leninist literatür konusunda, bu yayınların yöneticisi olarak ben hiçbir şey bilmiyorum desem yeridir. Zamanla literatürü öğrenip kavradıkça kusurlarımızı gidermeye, daha doğru bir program izlemeye başladık’ demişti.” (Artıgerçek, 27 Şubat 2020)
DEMOKRASİ SAVAŞIMINDA DA ÖNCÜYDÜ
Muzaffer Erdost, yazarlığı ve yayıncılığı yüzünden defalarca soruşturmaya uğradı, gözaltına alındı, yargılandı, tutuklandı. Üç Sivas adlı kitabında PKK tezlerini eleştirmek amacıyla bu örgütün yayın organından alıntı yapması bile “terör örgütü propagandası” sayılmış ve bu yüzden Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanmıştı. Davanın ilk duruşmasında sorgusu yapılırken mahkeme salonundaydım. DGM Yargıcı Mehmet Orhan Karadeniz, “Sizin adınız Muzaffer Erdost değil mi? Bu İlhan nereden çıktı?” diye sormuş; Muzaffer Erdost da öldürülen kardeşinin adı olduğunu anlatmaya çalışmıştı. “İlhan” adının sorgulanmasına üzülen Muzaffer Erdost, ağzı kuruduğundan, sözlerini sürdürebilmek için mahkeme başkanından bir bardak su rica etmişti. Yargıç Karadeniz, “Burası konferans salonu değil!” diyerek geri çevirmişti bu insani isteği!
1988 yılında ise Abece dergisinde yayımlanan “Demokrasi” konulu yazılarından dolayı Av. Halit Çelenk’le birlikte gece yarısı evleri basılarak gözaltına alınmış ve “Komünizm propagandası yaptıkları” gerekçesiyle DGM’de yargılanmışlardı.
Muzaffer Erdost, yazarlık ve yayıncılık dışında aydın kimliği ile de çeşitli toplumsal sorumluluklar üstlenmiş biriydi. Zor günlerde İnsan Hakları Derneği’nin Ankara Şube Başkanlığı’nı yapmış, “insan hakları ihlalleri” konusunda hazırladığı raporlarla işkence uygulamalarını dünyaya duyurmuştu.
TKP yöneticileri Nihat Sargın ve Haydar Kutlu’nun (Nabi Yağcı) Almanya’dan ülkeye dönüşlerinde tutuklanıp işkence görmeleri sürecinde de her türlü dayanışmayı göstermiş, TKP’nin legale çıkma çabalarına destek vermişti. Ayrıca Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun (TİHAK) kuruluşuna öncülük etmiş, onlarca aydının bu kuruma kurucu üye olarak katılmasını sağlamıştı.
İLHAN’I EKLEDİ ADINA
Muzaffer Erdost, kardeşinin öldürülmesinden sonra, onu yaşatmak için adını kendi adına eklemiş ve “Muzaffer İlhan Erdost” imzasıyla yeni bir kimlik kazanmıştı. Acıya yenik düşmemek için de sanata sığınmış; duygularını resim, şiir, anlatı yoluyla kalıcılaştırma yolunu seçmişti.
Sayısız şiir, ağıt yazdı İlhan için. Gözlerinin önünde öldürülen kardeşinin “kanlı paltosu”nu ve “kandan hareli gözleri”ni hiç unutamadı. “İlhan’ın Son Beş Günü İçin Fotoğraflar” şiirinde bu acıyı dillendirdi:
“İlhan’la biz nezarette
Yan yana bir kanepede
Akar gündüz uçar gece
İlhan’ı gördüm düşüyor
Yanım ateşe düşüyor
Elim kolum yetişmiyor
İlhan’ı gördüm yaralı
Gözleri kandan hareli
Yüzü güllere çevrili
İlhan’ın paltosu kanlı
Alazlanmış tüter canı
Düşmüş omuzdan kolları”
Muzaffer Erdost, duygu dünyasında böyle büyük fırtınalar yaşasa da bütün bu acılara gün görmüş bilge kişiliğiyle göğüs germesini bildi. Sol ve Onur Yayınları’nın yanı sıra kardeşinin adını taşıyan kitabevini de inatla yaşatmaya çalıştı…
Ne yazık ki günümüzde yayıncılık da kabuk değiştirmişti. Tekelleşmiş, zincir oluşturmuş büyük kitabevlerinin raflarını artık “sol yayınlar” değil popüler kültür ürünleri süslüyordu! Erdost’un yayın etkinliklerinin de bu yeni eğilimden etkilenmemesi düşünülemezdi. Birkaç yer değiştiren ve son olarak Karanfil Sokağı’nda bir apartman dairesine taşınan İlhanilhan Kitabevi’nin durumu hiç parlak değildi. Ne zaman uğrasam boş buluyordum orayı. Solcu, devrimci okurlar bile unutmuştu bizim için onca özveriye katlanan İlhanilhan Kitabevi’yle dayanışmayı!
ÖLÜMÜYLE ISSIZLAŞTI DÜNYAMIZ
Muzaffer Abi‘yi Karanfil Sokağı’ndaki İlhanilhan Kitabevi’nde, sürekli olarak Sol Yayınları’nın yeni basımlarının düzeltilerini yaparken görüyordum. Arka odadaki çalışma masasının başında kitapların prova baskılarıyla cebelleşip duruyordu. Oğlunun ölümünden sonra yayınevinin tüm işleri ona kalmıştı. Evden işyerine gelmek bile kolay olmuyordu. İki büklüm haliyle sürekli masa başında çalışmak yoruyordu onu.
Muzaffer Erdost, kardeşinin ölüm yıldönümlerini de çok önemsiyordu. Kendince bir gelenek oluşturmuştu. 7 Kasım’larda topluca Karşıyaka’ya gidiliyor, orada İlhan’ın gömütü başında sade bir tören yapılıyordu. Muzaffer Abi, elinin ve dudaklarının titremesine karşın, hazırladığı uzun metinleri her yıl burada okumaktan vazgeçmiyordu. Aradan geçen 40 yıl içinde 7 Kasım katılımcılarının profili de hayli değişmişti. O törenlerde görmeye alışık olduğumuz Mustafa Ekmekçi, Vecihi Timuroğlu, Metin Demirtaş, Halit Çelenk, Cevat Geray ve başkaları yoktu artık. Ama her yıl yeni insanlar katılıyordu bu anma törenlerine…
7 Kasım’ların bir başka geleneği de Sol Yayınları’nın o gün yüzde elli indirimle satılmasıydı. Muzaffer Abi, o gün kitabevine gelen okurlara, İlhan Erdost hakkında basında çıkmış yazılardan oluşan bir de “Katalog” kitapçığı armağan ediyordu.
Muzaffer Erdost, kendini “yazarak” ifade etmeyi seviyordu. O yüzden, söyleşi için çağrıldığı etkinliklere 20-30 sayfalık metinlerle giderdi. Bazen bu uzun metinleri dinlemekten sıkılıp dışarı çıkmak isteyenler olursa da sert tepki gösterirdi! Dinleyenlere “bütünlüklü ileti” vermek gibi bir tutkusu vardı. Bu nedenle, gömüt başındaki anmalarda bile “kâğıttan okuma” alışkanlığını değiştirmedi…
Muzaffer Erdost, sol yayıncılığın ülkemizdeki öncülerinden biriydi. Bunun da bedelini ağır ödedi. İlhan Erdost’u Mamak’ta döverek öldüren astsubay, “10 yaşındaki bebeleri zehirlediniz!” diye bağırmıştı. Onun “zehir” dediği şey, Sol Yayınları’nın Marksist klasikleriydi…
Muzaffer Erdost, aynı zamanda bir düşünür, yazar, ozan ve ressamdı. Türkiye’nin toplumsal yapısını inceleyen yapıtlara imza attı. Şiirler ve öyküler yazdı. Dergiler çıkardı, sergiler açtı. Yazın alanında kalıcı işler yaptı. “İkinci Yeni” şiir akımının da “isim babası”ydı.
Zeki Sarıhan, “Bazı insanlar ölünce dünya biraz ıssızlaşır. Önünüzü görmeye yarayan bir ışık sönmüştür. Muzaffer İlhan Erdost böyle özgün bir şahsiyetti” diye söz etmiş ondan.
Çok yönlü bir ekin ve siyasa insanı olarak Muzaffer İlhan Erdost’un geride bıraktığı boşluk zamanla daha iyi anlaşılacaktır. Başta kızı Suları olmak üzere sevgili yeğenleri Alaz‘ın ve Türküler‘in acısını yürekten paylaşıyorum.
Toplum olarak Erdost’lara çok şey borçluyuz.
* * *
ALAZ AĞITI
Öldü gül’ün eşi
alaz’ın ve türküler’in babası
emekçisi onur’un.
Öldü can yoldaşım
güzel insan
güzel oğul
güzel İlhan.
Kardeşim bir yanarca
kanayan her şafakta
can toprağa düşse de
canlar dimdik ayakta.
Sanmayın kavga durur
sanmayın söner alaz,
türküler yeşerir yine
gül’ler sararsa da biraz.
İlhan’lar öledura
tüküler gül’e dura
muştular geledura.
ATTİLA AŞUT
(Ankara, 12 Kasım 1980)
Ne güzel anlatmışsın sevgili Attila Aşut dost. Çok kapsamlı, çok değerli bir yazı olmuş. Dost yüreğine, kalemine sağlık! Okurken içim acıdı. Anılar gözümde canlandı. Sevgili Halit Çelenk Baba’nın, hepimizin Şekibe Ablasının, sevgili İlhan’ın, Muzaffer Abiciğimin acısını yüreğimde bir kez daha duydum; boğazımda bir şeyler düğümlendi, gözlerim yaşardı. Hiç unutulmayacaklar… Işıklar içinde uyusunlar.