Tutkuyla sevmek!
Neyi ya da neleri tutkuyla sevmek?
Tanrı’yı… Vatanı… Ana-babayı… Karşı cinsi… Evladı tutkuyla sevmek…
Kulağa ne kadar da hoş geliyor. Böylesine, tutkuyla sevilen şeyler arasına bir de yapılan işi tutkuyla sevmek eklenebilir. Tutkuyla yapılan işlerde utkuya ulaşmak sürpriz olmaz. İşini tutkuyla severek yapanlar çoğu zaman o işin zirvesinde olurlar. Verdikleri her savaşımın sonunda utkuya erişirler. Başarısızlık söz konusu değildir onlar için ve yaşamlarını adadıkları işlerde kaçınılmaz olarak en başlarda gelirler.
Ancak bu adanmışlık mutluluk getirir mi acaba? Bu tartışılır. Böyle insanlar toplumun geniş kesimlerince omuzlarda taşınır, alkışlanır, göklere çıkarılır. Ancak en yakınları için o başarıların, alınan ödüllerin, kupaların, madalyaların çoğu zaman hiçbir anlamı yoktur. Yaşamını işine adayan kişi zirveye doğru yükseldikçe yakınlarıyla ara açılır, aralarına uçurumlar girer. Hiçbir kalıcı başarı tesadüf değildir. Arkasında emek, alın teri, gözyaşı bazen de kan vardır.
Eski bir Alman futbolcu ve teknik direktörü Franz Beckenbauer düzgün fiziği ve disiplini kadar tutkulu bir spor insanı olarak da yaptığı işin zirvesine tırmanmış bir insandır. Genç yaşında evlenip çoluk çocuğa karışan bu spor adamının kendisi gibi başarılı bir futbolcu olan oğlu Stephan’ın sahalardaki başarısını baba Beckenbauer ne yazık ki görememekte, başarısına tanık olamamaktadır. Çünkü onun Alman futbolunun başında başarılı işlere imza attığı tutkulu bir işi vardır. Yetmişli yıllara utkuları, üstün başarılarıyla damga vuran Beckenbauer’in, bugüne göre erken sayılacak yaşta kırk iki yaşında evine dönme kararı alması oğlu Stephan’ı çok mutlu etmiştir. Babasının sevgisini, sıcaklığını duyumsayabilecektir artık.
Ailece mutludurlar. Kısa bir süre her şey yolunda gider. Stephan’ın kanser olduğunu öğrendiklerindeyse eve adeta bomba düşer. Başta baba Franz, Beckenbauer ailesi çok sarsılır. Çevrelerinin de seferber olmasıyla Avrupa ve Amerika’da doktor doktor, hastane hastane gezerler. Fransa’da bir hastanenin merdivenlerini çıkarken bitkin düşerek merdivenlere yığılan Stephan, kendisini kaldırmaya çalışan babasına “Baba, biliyor musun senin kaldırdığın o kupaları biz hiç sevmedik. Kupa kaldıracağın zaman annem televizyonun açık olduğunu fark ederse televizyonu kapatırdı. Biz senin kupalarını hiç sevmedik baba” der. Soğukkanlılığıyla bilinen, dünya devi bir takımı zirveye taşıyan, adını spor tarihine yazdıran bu spor insanı hıçkırıklara boğulur hastane merdivenlerinde ve hüngür hüngür ağlar. Üç ay içerisinde Stephan’ı kaybederler.
Bir süre kimseyle görüşmeyen Beckenbauer, kendisiyle konuşma olanağı bulanlara “Kazandığım bütün kupalarımı alın, bana Stephan’a sarılabileceğim iki dakika verin” der. Kırk iki yıllık başarılı bir ömre, alınan onca kupa ve madalyaya karşılık oğluna doya doya sarılıp koklayabileceği iki dakika. Yüz yirmi saniyecik, başka bir bakış açısıyla otuz kırk nefeslik bir zaman süresince evladına sarılabilme arzusu…
Yani olanaksız olan…
İşkolik diye de adlandırdığımız kişilerdenseniz bir kez daha düşünmekte yarar var. Biraz daha uzağa atılabilecek çekiç, gülle, cirit mi? Biraz daha uzun süre sevdiklerinizin boynuna atacağınız kollar mı? Fazladan yapılacak kâr mı? Sevdiklerinizle karlarda yuvarlanmak mı? Daha fazla üretilecek emtia mı? Sevdiklerinizle yapacağınız biraz daha uzun bir tatil mi?
Çizginin ne tarafını tercih edeceğinize vereceğiniz karar, mutluluğunuza açılan kapının anahtarı olacaktır. En lüks ve görkemli yapıların kapılarını da bir bekçi kulübesinin kapısını da açacak olan küçücük bir anahtardır. Bilerek ya da bilmeyerek, farkında olarak ya da olmayarak herkes, aidiyet duyumsadığı yapının anahtarını taşır. Ancak bu anahtarın hangi yapının kapısında kullanılacağının mutlak bir formülü de -ne yazık ki- yoktur.
Çok anlamlı…
Teşekkürler
Güzel, nahif, ikna edici bir deneme olmuş.