- Ursula K. Le Guin’den ZİHİNDE BİR DALGA - 22 Şubat 2023
- “BORGES’İN EVİNDE” - 13 Şubat 2023
- AYKIRI BİR KALEM: JOSE SARAMAGO - 11 Kasım 2022
Duyanınız olmuştur, hani şu kedinin fareyi görünce aslına dönmesi hikâyesini… Duymamışlar için kısacık anlatayım: Herifin biri, kedisinin akla hayale sığmayacak yeteneklerini uzun uzun anlatırken dostlarından biri, bu akşam gelip o kediyi görmek isterim, demiş. İki dost akşam yemeği için masaya oturur oturmaz kedi hemen servise başlamış. Aperatif, ana yemek, tatlılar, üstüne sade kahve derken bütün marifetini göstermiş. Hayretler içinde kalan dostu, yarın akşam da gelebilir miyim, diye sormuş. Hay hay, demiş ev sahibi. Ertesi akşam yine yemeğe oturduklarında ve servisin başladığı anda ziyaretçi, cebinde saklayıp getirdiği fareyi çıkarıp yere bırakıvermiş. Bizim o marifetleri anlatıla anlatıla bitirilemeyen kedimiz fareyi görür görmez servisi olduğu gibi bırakıp farenin peşine düşmüş.
Hayatının hiç olmazsa bir bölümünde eğitimcilik yapmış olanlar bunu bilir ve yorumunu gecikmeden dile getirir: Eğitim, kedinin içindeki hayvani içgüdüsünü disipline sokmuş, evet ama o disiplin fareyle ilk karşılaşmasında bozulacak ve yerini tekrar içgüdüsüne bırakacaktır. Zaten eğitim dediğimiz de o değil mi? Eğitim, içimizdeki hayvanı bastırıp disipline sokma sürecidir. Cenap Şahabettin, eğitimli bir insanın geceleyin ormanda yürürken bile esnediği anda ağzını elinin tersiyle kapamasıdır, der.
Bu cümleden olarak; sokaklarda, otobüslerde, caddelerde, işyerlerinde, yani hayatın sürüp gittiği her yerde kabalığın, süfliliğin, düzeysizliğin, dahası barbarlığın prim yaptığı ülkemizde hemen her gün bir ya da birden çok kadının öldürülmesinin, tacizin, işkencenin ve daha bir sürü vahşet örneğinin nedeni, içimizdeki o hayvanın ekonomik durumun yanı sıra özellikle politik figürler tarafından uyarılması değilse nedir?
Şimdi gelin bu örneği edebiyat dünyasında arz-ı endam eden bazı yazar ve şairlere taşıyalım. Kendimden başlamama izin verin: Kimin yanlışını göstermişsem ve bunu mümkün olduğunca nezaketle dile getirmişsem benden uzaklaştı. Kimin yazdığını hemencecik beğenmeyip zaman istediysem, ardından kafama takılan yerlerini göstermişsem bana darıldı. Darılmakla kalmayıp orada burada bir yığın dedikodu, safsata… Kitabınızı okudum, kitabınızla ilgili sizinle bizzat görüşmek isterim, diye telefon ettiğim (imgelem’da bir kitabını eleştirmiştim) hikâyeci kardeşimi hâlâ bekliyorum. Yazdıklarınızı okudum, fakat siz tabi ile tabii arasındaki farkı bilmiyor musunuz, -de ve –da eklerinin nasıl yazılacağını öğrenmediniz mi, dediklerim bugün uzaktalar, adımın geçtiği yerde öfkelerini tutamıyorlar. Yani… Yani içlerindeki hayvan, fareyi görünce aslına dönen kedi örneğinde olduğu gibi, eleştiri karşısında kendini gösteriyor. Ardından gelsin dedikodular, kumpaslar, karalamalar, şunlar bunlar…
imgelem’da adını sıklıkla görmeye başladığımız Bengüsu Ataoğlu, aşk duygusuna olan inançsızlığımı geçenlerde eleştirdi. Yazdıklarını birkaç kez okudum, düşündüm ve hak verdim. Çünkü ben, aşkın başlayıp bitebilme özelliğiyle beslediğim inançsızlığımı orada popüler birkaç filozofun iddialarıyla ayakta tutmaya çalışıyordum ama gerçekten de, yetmezdi ki bu! Bir tek özelliğine bakarak aşk gibi bir duygu yadsınabilir miydi!?
Eleştiri böyledir işte: Geliştirir, ufkunu açar, doğru yere getirir insanı. Yani şu liselerin, üniversitelerin yapamadığı şeyi.