“HER İMGE BİR GÖRME BİÇİMİ YARATIR” J. BERGER BÖYLE DİYORDU!
Birkaç yazıdır yeni taşındığım evi anlatmaya çalıştım ama doğrusunu isterseniz evler farklı boyutlarıyla kitaplar boyu anlatılacak bir nesne, bir mekân.
Geçen sabah güneş pencereden içeriye süzülmüş, gözüm, dışarının baharla birlikte canlanan manzarasındayken birden epeydir kitaplığımın önünde duran vazodaki Ayçiçeğe kaydı.(Fotoğraftan görebilirsiniz!)
El büyüklüğünde iki adet sarı Ayçiçek ve boyu epeyi uzun bir toprak vazo.
Yıllardır öylece yerlerinde durular. Bir tablo gibi, evin güzelliklerinden biri olarak…
Su istemez, ilgilerini belli edecek bir işaret gösteremezler…
Ama olsun bizimkisi tek taraflı aşk; ben onları ara ara tozlanmıştır diye su ile siler, gönüllerini almaya çalışırım.
Belki onlarla konuşsam daha iyi olacak ama doğrusu o kadarını beceremem.
Ama bu sabah ne olduysa, beni onlara yönlendiren neyse bilmiyorum, nasılda eve yakıştıklarını,
evin güzel bir parçası gibi olduklarının farkına vardım.
İnsanın yaşadığı yerle bağ kurması böyle bir şey olsa gerek!
J.Berger’ in dediği “Her imge bir görme biçimi yaratır” da olduğu gibi alıcı gözüyle’ yeniden baktım.
Gözüme pek sevimli gözüktüler…
Bir pahalı sanat eseri gibi geldiler bana.
Gittim, kitaplıktaki yerlerini biraz öne çektim, iyice görünsünler diye masayı yana kaydırdım.
Sanki sarı renklerin güneşe göz kırptığı, uçsuz bucaksız bir Ayçiçek tarlasındaki o muhteşem pastoral senfoni evin içindeydi.
“ Demedim mi görünene razı olma” diyen Mevlana’ yı geç de olsa hatırlamış olmanın sevincini yaşadım ve Üstada bir kez daha hak verdim!
Bilenler bilir, Van Gogh’ un da bir dizi natürmort Ayçiçek tablosu vardır.
Dünya çapında sanat harikasıdır bunlar.
Şimdi diyebilirsiniz, ‘ Senin ayçiçeklerin Vincent Van Gogh’ un ayçiçeklerin yanında nedir ki!’
Biri sıradan bir nesne, diğeri bir sanatçı tarafından yaratılmış sanat eseri.
Elbette şunu bilmemiz gerekiyor; Van Gogh, bir nesneyi tuvale aktarmış, benim evdeki ayçiçekler ise belli bir tasarım ve estetik kaygı gözetilerek mekâna yerleştirilmiş; biri sanat eseri, diğeri ise zanaat olarak ayırt edilecek iki ayrı durum gibi. Biri büyük bir sanatçının elinden çıkmış, diğeri ise benim tasarımım.
Hazır, söz buraya kadar gelmişken, bir şeyin sanat olması için gerekenleri Ernest Fischer’ den dinleyelim:
“ Sanatçı olabilmek için yaşantıyı yakalayıp tutmak, onu belleğe, belleği anlatıma, gereçleri biçime dönüştürmek gerekir.”
Aslında anlatılan sanatçının gerçeği, bir olguyu, bir nesneyi farklı açılardan bakarak,sanat yapıtı haline getirme sürecidir.
Bu farklı bakışı Tanpınar’ da, Fischer’ in anlatısında olduğu gibi, Bedri Rahmi’ nin resim anlayışını çözümlerken izler ve şöyle der:
, ”…o, eşyayı sadece şekil olarak görmüyor; bizim ağaç, su, meyve, taş, kubbe, hamal küfesi, kadın ve erkek elbisesi diye dışından gördüğümüz eşyada bir konser, bir yığın cıvıltı, kaynaşan zerrelerin ebedi ve ezeli raksını görüyor”.
Bedri Rahmi’ nin bakışı’ na ve yaratım süreçlerine vurgu yapıyor Tanpınar usta burada.
Görüldüğü gibi sanat üstüne düşünenler, sanatçının elinde sanata dönüşen eserin, gerçeğin birebir kopyası olmadığını, kurgulanmayı, dilin ustalıkla kullanımını, estetik ve anlatı ögelerini içeren bir süreçler toplamı olduğunu bize anlatıyorlar.
Bunlar olmadan soy sanatın ortaya çıkmayacağının altını döne döne çiziyorlar.
Peki, bu denilenleri yapıldı, sonra ne olacak?
Şunlar: Gene E. Fischer’ e başvuruyoruz: “ Sanatın görevi her zaman, insanı bütünlüğü içinde heyecanlandırmak, kendisini bir başkasının yaşamı ile bir görebilmesini (…) sağlamaktır.”
İşte, sanatın gücü…
Sizi heyecanlandırıyor, başka dünyalara götürüyor…
Tıpkı benim yaşadığım gibi Van Gogh’ la buluşturuyor, O’ nun tablolarını kendi vazonuzun yanı başında hissediyorsunuz.
Bir anda Hollanda kırsalında uçsuz bucaksız Ayçiçek tarlalarında kendinizi görüyorsunuz.
Tepenizde ılık bir güneş..
Sonsuza açılan bir dünyanın kapıları sizi konuk ediyor, gideceğiniz yere o kadar geniş ki…
Van Gogh’ a yetişmeye çalışıyorsunuz.
Sonra onun kardeşi Teo’ ya yazdığı mektuplar aklınıza düşüyor.
Van Gogh soruyor Teo’ ya; “Sen aşık mısın? “ sonra devam ediyor, dertleri sayıyor, çekilen cehennem azabı mertebesindeki meselelerin insanı boğduğundan söz ettikten sonra, “ …hayatın çekilen küçük eziyetlerinin bile bir değeri var.” Diyor.
Sonra, kalbi kırık ve hayatla hep kavga eden bu dahi sanatçı kendine göre bir öncelikler sıralaması yapıyor;
“Birincisi; sevmemek, sevilmemek,
İkincisi; sevmek ve sevilmemek
Üçüncüsü; sevmek, sevilmek.”
Peki bunları değerlendirmesi?
O daha da harika!
“Bana sorarsan ikinci aşama birinciden daha iyi.
Ama üçüncüsü!
En harikası o!”
Gördünüz mü? Sait Faik gibi Van Gogh da her şeyin başı sevgi demiş. Demiş ama bulamadığı mutluluk onun sesinin gür çıkmasını önlemiş gibi.
O da imâlarla, dolambaçlı yollarla görüşünü aktarmış.
Sonra biliyorsunuz, bu büyük yürek dünyaya daha fazla dayanamadı 1890’ da Paris’ in kırsalında buğday tarlalarında tabancayla hayatına veda etti.
Kadere bakın ki, en çok Ayçiçek tarlalarını tablolarına yansıttı, ama nazlı nazlı sallanan buğday başaklarının olduğu tarlalarda can verdi.
Gogol’ un Mirgorod Hikâyeleri’ nin sonunda söylediği ”Bu dünyada yaşamak can sıkıcı bir şeydir, baylar!’ demesi, demek ki boşuna değilmiş.