Bütün Pazar’ları çıkarmalı takvimlerden. Pazar günlerinden kendimi bildim bileli nefret ederim. Yaşımı hesaplarken de Pazar günlerini çıkarmak isterim. O günlere ilişkin gelişigüzel bir yaklaşım değil bu. Çocukluk anılarıma uzanan bir boyutu var.
Belleğimin en ücra köşelerine yerleşen çocuklukla ilgili görüntüler geliyor gözümün önüne. Hayal meyal anımsadığım ilk görüntülerde çift kulplu kazanda su kaynatıldığı ve hafta boyunca dağ gibi biriktirilen çamaşırın bakır leğenlerde gün boyunca yıkanması var. İlkokul yıllarıyla birlikte görüntülere çamaşır makinesi de eşlik etmeye başladı. Artık şanzımanlı makinenin görüntüsü ve motorunun gürültüsü bomba düşmüş ev manzarasına eklenmişti. Kazanlar dolusu çamaşır yıkandıktan sonra, sıra horantaya gelirdi. Sıralama her zaman değişse de son sıradaki aile bireyi hiç değişmezdi. En son yıkanma sırası hep annemdeydi. Çünkü çamaşır bitecek, ev temizliği bitecek, herkes paklanıp temizlenecek ki en sonunda erinçle banyo temizlenebilsin…
Pazarların yarattığı sıkıntı elbette ilkokula başlamamla birlikte arttı. Ertesi gün okula gidecek olmanın sıkıntısı da eklenerek omuzlarıma çöküverdi. Çünkü gelişmemiş parmak ve el kaslarımla yazmam çizmem gereken onlarca satır, doldurmam gereken sayfalar dolusu ödev, karabasan gibi otururdu göğüs kafesime. Bu kadar ödev evde yapılacaksa okul neden vardı ki? Eğitim yaşamım boyunca sorumlu bir öğrenci olmadım hiç. Olamadım. Kıyıda köşede kalmış bir kasabadaki liseyi de zar zor bitirebildim. Ödevlerimi her zaman son güne bırakırdım. Hem de günün son saatlerine. Bu yüzden hemen hiçbir zaman ödevlerimi tamamlamayı başaramadım. Pazar günü, benim için bir yerde azar günüydü. Babam hangi okulda hangi sınıfta okuduğumu anımsamakta güçlük çekse de her öğrencinin her hafta sonu mutlaka ödevi olacağını unutmaz, yapılıp yapılmadığını sorardı. Ben de hiçbir zaman yaptım yalanının arkasına sığınmaz dürüstçe “Yapmadım” der haftalık azarımı işitmeden dersin başına oturmazdım. Uzun uzun oyalanır, bir şeyler yemek, su içmek, kalem açmak artık o an bulabileceğim tüm bahaneleri tüketmeden ödeve geçmezdim. O günkü öğretmenlerimin çoğu bugün hayatta değiller. Hayatta olanlar, ‘bugünün işini asla yarına bırakmayan’ şimdiki halimi görseler gözyaşlarını tutamazlar. Eminim.
Bugün sorumluluk ve iç disiplin duygularım en üst düzeyde olsa da Pazar gününe ilişkin görüşlerimde en küçük bir değişikliğin olmadığını söyleyebilirim. Bunda haftanın son günü olması nedeniyle bazı işlerin bugün çözümlenmeye çalışılması da etkili tabii ki. Eşim son zamanlarda övgüsünü duyduğu her ev aletini alma yanlısı. Bu yüzden evin içi elektrikli aletlerden geçilmiyor. Şimdi de modern zamanların kablosuz şarjlı elektrik süpürgesiyle evi süpürüyor. İşte o son moda kablosuz elektrik süpürgesinin motoru dakikalardır beynimin kıvrımlarını ütülüyor. Süpürge kablosuz olunca bende sessiz çalışacağı yanılgısı oluştu sanırım. Belki de algıda seçici davranıp çıkan sese odaklanıyorum. O nedenle de evin içinde kafesteki aslana dönüyorum. Kafamın içi arı kovanı gibi uğulduyor.
Yeni teknolojiyle üretilen çamaşır makineleri de eski tip şanzımanlılar kadar ses yapmıyor. Ancak çalıştığını bilmek bile havadaki gerginliği artırıyor. Yarın mesai başlayacak, o halde gelsin ütüler. Bütün bu ev işleri ve hatta hafta sonuna bırakılarak biriken ufak tefek onarım işleri yüzünden Pazar günü çileden çıkıyorum. Yok yok bu durumun tek bir çözümü var. Taktım kafaya, takvimlerden Pazarı çıkarmak gerek. Böylece yaşınıza göre daha genç kalmak da olası. Kırk iki yıl yaşayıp otuz dokuzunda olursun. Oh! Ne alâ.
Pardon. Ne dediniz anlamadım? O zaman bir yıl üç yüz altmış beş gün yerine üç yüz otuz dokuz gün mü sayılır? Bu durumda değişen bir şey olmaz, kırk iki yıllık süre kırk iki yaşa mı tekabül eder? Üstelik de söz konusu işler Pazar günü olmazsa Cumartesi mi yapılır? Bu kez de Cumartesi gününü mü takvimden atmak gerekir? Sizde de “Pazartesi sendromu” mu var? Siz de onu mu çıkarmak istiyorsunuz takvimden?
Ne diyorsunuz? Bak ben hiç böyle düşünmemiştim. Hay Allah! Neyse, ben ilacımı içmeyi unutmuşum. Bana müsaade ilacımı alayım, bu konuyu da yeniden düşüneyim. Canım, isterseniz biraz da siz düşünün. Hoşça kalın. Haydi selametle…