Mazlum
——————————————————————————–
Cafer AKMAN*
Artık kimse bana, “Kaç yaşına geldin, hâlâ bir dikili ağacın bile yok!” diyemeyecek. Bir dikili ağacım değil ama ağaç olmaya namzet hem de yaz – kış yaprakları hiç kurumayacak bir ağaç- bir çam fidanım var…
Onu 1 Mayıs 2002 Çarşamba günü belediye işçilerinin diktiği kaldırımdaki yerinden koparılmış, sevgiyi ve şefkati henüz tanımamış hoyrat bir çocuğun ellerinde, cılız köklerinden toprakları savrulurken gördüm. Sessiz feryadıyla titreyen ince kökleri, yüreğimi titretti.Adımlarımı hızlandırıp hoyrat çocuğun koyu, soğuk bakışları altında elinden aldım. Elimde, sanki utancından kurtulmak için sokağa atılmış, kundaksız bir feryat vardı…
Adımlarımı tekrar hızlandırarak evime yöneldim ve cadde boyunca onu dikebileceğim uygun bir saksı aradım.Ona uygun bir saksı ne yazık ki yoktu.Onu boyuna uygun küçük bir saksıya dikemezdim. Çünkü o bir çiçek değildi. Yıllar sonra güçlü, koca bir ağaç olacak, kırmızı kiremitli küçük evimin küçük bahçesini gölgeleyecek, sararmayan yeşil yaprakları bana sonbahar hüznünü yaşatmayacaktı. Büyük de olsa onu plâstik bir saksıya dikemezdim. Sürekli kalacağı yerine dikerken tekrar saksısından çıkarmam gerekecek, böylece ne kadar dikkat edersem edeyim, köklerinin uçları zedelenecekti. Aynı olmasa da benzer bir acıyı ona tekrar yaşatmaya hakkım yoktu…En iyisi bir yağ tenekesine dikmeliydim.Böylece onu kırmızı kiremitli evimin küçük bahçesindeki yerine tenekesiyle birlikte diker, köklerini de hiç incitmezdim. Böyle bir yağ tenekesini bir bakkalın önünde bulmakta pek gecikmedim.
Bir elimde boş yağ tenekesi, bir elimde çıplak fidan, adımlarımı daha da hızlandırdım.Sanki elimde yeni doğmuş, kundaksız, üşüyen, her geçen an hayatiyetini yitiren bir bebek vardı. Bir an önce kuru, ince köklerini nemli sıcak toprakla sarmalıydım.
Cadde boyunca, sağlı sollu yüzlerce çam fidanı diktim; hoyrat, şefkatsiz çocuklara inat. Büyüdüler.Yazın kavurucu sıcağında yemyeşil şemsiye oldular sevgisiz dağlılara. Kışın mehtaplı rüzgârlarda yollara bembeyaz karları elediler… Cadde boyunca, sağlı-sollu uzak dağ köylerinin çıplak boz tepelerine yüzlerce çam fidanı diktim, hoyrat, şefkatsiz dağlılara inat…Boz tepeler, yeşile boyandı…
Yol boyunca, yıllar önce bir dostumdan dinlediğim, o gün bana pek inandırıcı gelmeyen, hatta oldukça abartılı gelen cümleleri anımsadım ve doğruluğuna inanmamak için direndim:
“Dağlılar, kinlerini ve direnklerini kaybetmemek için ağaç dikmezler. Yeşil, insanın merhametini artırır…”
Evime varınca, her zaman yaptığım gibi yapmadan, üzerimdekileri çıkarıp şöyle rahat bir şeyler giymeden, elimdeki kökleri çıplak fidanı özenle diktim, tarladan toprak doldurduğum yağ tenekesine. Tenekenin altına fazla suyun akması için bir-iki delik açmayı da unutmadım ve fidanımı güzelce suladım. Sert toprak yumuşadı fidanın kuru, ince köklerini sadık bir yâr gibi şefkatle sardı…
Benim de içimi sıcak bir heyecan sardı… Artık yalnız sayılmazdım. Sessiz, sözsüz dilleşeceğim bir küçük yârenim vardı. Onu küçük balkonumun en çok güneş alan yerine yerleştirdim. Bunu yaparken güzün sert rüzgârlarını da hesaba kattım. Ezan okunurken ona bir isim koymam gerektiğini düşündüm. Favori isimler arasından “Mazlum”u seçtim. Çünkü o gerçek anlamda zulme uğramış bir mazlumdu. Bundan daha uygun bir isim olamazdı. Mazlumun boyunu ölçtüm:36 santim.Takvimin o günkü sayfasına adını, boyunu kaydetmeyi de unutmadım. Güzel havalarda sehpamı, sandalyemi tam karşısına koydum. Çayımı veya kahvemi ılık rüzgârların okşayışlarıyla salınan iğne yapraklarını seyrederken yudumladım.Bazen okuduğum kitabın, derginin sayfalarından ayrılıp, sessiz, sözsüz dertleştik…
Küçük Mazlum, hep böyle anlarda serpilip büyüdü. Acziyetin yerini kuvvet aldı.Genç, gürbüz gövdesinin taşıdığı canlı yeşil dalları, kırmızı kiremitli küçük evimin küçük bahçesine güneşin parlak, sıcak ışıklarını eledi. Titreyen, ince köklerini sarmalayan toprağı yelpazeleyerek vefa borcunu ödedi.
Yıllar benden aldığı zindelikle onu daha da kuvvetlendirdi. Kalınlaşan gövdesi, gürleşen dalları, hayatın o değişmez yasasını bulutsuz maviliklere nakşetti. Hafta sonlarının yorgun ikindi gölgelerinde, dallarının dağıttığı sislerin ardından beyaz hayâle koştum. “Ben seni hiç unutmadım ki…İşte, o yüzden hep sakladım kurutulmuş asırlık menekşeni. Sen hep boşuna korktun; postacının getireceği ucuz bir zarfın içinden çıkacağından kurutulmuş menekşenin… Ve hep boşuna pişmanlığını duydun o saf dokunuşun…” diyen hayâle.
Tecrübesiz bir annenin heyecanıyla üzerine titredim hep. Seni kaç günde bir sulamalıydım?Kuruyan bazı yaprakların, yoksa kuruduğunun habercisi miydi?Ayda ne kadar büyüyordun. “Çiçekler sevgiyle daha canlanır,” diye duymuştum.Bu yüzden yanından her geçişinde ince yapraklarını avuçlarımın içinde okşadım. Dağlılara inat… Kuruyan iğne yapraklarını tek tek ayıkladım.İğne yapraklarının en uçlarından başlayan, sonra kanserli bir hücrenin tüm bedeni sarışı gibi aşağılara doğru yayılışına tahammül edemiyordum.
Sonra kışın gelişiyle havalar daha da soğudu. Dorukları karlı dağlardan gelen kara yel, uçsuz bucaksız bozkırları titretirken, birkaç avuç toprağın incecik köklerini ısıtıp ısıtamayacağını, rüzgârın sert darbelerine karşı seni koruyup koruyamayacağını düşündüm. Bu konuda bilgisi olabileceğini düşündüğüm her insana sordum bunu. Ama ne yazık ki ne yapmam gerektiği konusunda bana yol gösterecek doğru dürüst bir yanıt alamadım.Rüzgâr, karanlık gecede soğuk soğuk ıslık çalarken o, titreyen, küçücük pençeleriyle kapıyı tırmalayan, acı acı yalvaran yavru bir kedi oldu. Ben, umursamaz görünen, yorgun, uykulu sesiyle, “Hadi uyu artık. Kediler üşümez” diyen bir kadına biraz daha sokulup yastığa düşmüş başını küçük ellerimle boş yere sarstım. Sonra rüzgârın soğuk ıslığı onun cılız haykırışlarını boğdu, uykunun ağırlığı ise; benim yalvarmalarımı…
Bu böyle olmayacaktı. Güneşin ılık aydınlığından kısmen mahrum etme pahasına onu içeri aldım. Kışın kullanmadığım odamın penceresi önündeki bordo örtülü yuvarlak sehpamın üstüne koydum.Ona da odaya da yakışmayan yağ tenekesinin sakilliğini örtmek için onu sehpanın örtü rengine uygun bir kaplıkla sardım. Oldukça uyumlu bir görüntü oluşturdular.Odanın soğuğuna aldırmadım, soğuk karyolaya iliştim, onu seyre koyuldum…
İnce kökleri uzadı, uzadı, toprağın içinde çürüyen yağ tenekesinden daha derinlere tutundu. Gürbüzleşen gövdesi yeşil dallarını daha yukarılara kaldırdı.Güneşin aydınlığını eledi toprağa, borcunu ödemek istercesine…
Belden büzgülü, beyaz üstüne mavi çizgili entarisi içindeki güleç, genç bir kadının çay tepsisini bordo örtülü yuvarlak masaya bırakırken, sözleri de gözleri kadar sımsıcaktı:
“Bu ağacı bu kadar çok mu seviyorsun Yekta?Bahçemizde bunca ağaç varken hep bu ağacın altı?Kızımız da ben de kıskanıyoruz valla…”