Uçsuz bucaksız çölün semasında kimi budaksız ağaç şemasındaydı, kimi insan simasını almıştı, kimi ev şemasındaydı bulutlar. Açık, geniş bozkırda zamanın içinde gizlenmiş, mekânın ruhuna iliştirilmiş bir yalnızlık vardı sanki.
Beyaz bulutların birbiri ile dans edercesine yavaş yavaş yer değiştirdiği mavi gök, sakin ve sükûnet içindeydi. Güzelliği göz kamaştıran sarı ekin tarlaların arasından göğe fırlatılmış bir füze gibi dümdüz bir yol gelirdi köye. Bozkırın gizemini, zamanın zarfını açan, mevsimin sırrını anlatan uzun bir layiha gibi uzanıp duruyordu patika yol.
Vakit ikindiye doğru ilerlerken kırmızı bir man kamyonu çıkıp geldi köye, egzozundan eskimiş sesler ve siyah dumanlar çıkararak ilerliyordu. Köyün çıkışındaki düz harman yerinde top oynayan çocuklar yokuşu yüksek bir gürültü çıkarak tırmanıp gelen kamyonun sesi ile dönüp baktılar. Kamyon, dönmek için yavaşlayınca Resul, arkadan bir örümcek gibi tırmandı, kasanın içine baktı, altında buğday vardı, koşup arkadaşlarına haber verdi. ‘‘Kamyonun kasasında buğday var, haydi çabuk olun, gelin, süpürüp alalım,’’ diyerek İsmail ile Ahmet’i çağırdı. Onlar da oynadıkları oyunu bıraktılar, Resul’e doğru yürüdüler. Nerede duracak diye arkasından bakıyorlardı.
Kamyon, gelip Hacı Ethem’in evinin önünde durdu. Resul, bir çırpıda tırmanıp kanyonun kasasına atlayıverdi hemen. Eprimiş kasanın içinde ofiste boşalttığı buğdaydan bir miktar kalmıştı. Buğdayı toplayıp çuvala doldurdu. Arkasından Ahmet de atladı kamyonun kasasına. Tüm buğdayı toplayıp çuvala doldurdular. Sonra ikisi birlikte çuvalı kaldırıp kasanın kenarına koydular, aşağıda ise İsmail yalnız kalmıştı, Ahmet çuvalı sabit bir şekilde tuttu, Resul bu sefer de kamyondan aşağıya atladı, İsmail ile birlikte Ahmed’in yavaş yavaş aşağıya doğru uzattığı çuvalı tutup yere indirdiler. Sonra el arabasına koyup bakkala götürdüler.
Sabahın köründe uyanıp özene bezene en güzel elbiselerini giyip kapıda bekliyordu Muzaffer. Onlar daha uykuda iken hareket edecekti kamyon, babası şoför ile konuşurken duymuştu. Onu uyandırmaya kıyamazdı annesi, biliyordu.
Hacı Ethem’in evinin önünde buğday yüklenen kamyon şehre gitmek için hazırdı. İsmail’in babası, annesi, amcası, teyzesi ve iki büyük erkek çocukları olan Mehmet ile Yusuf’u kamyona aldılar, diğer çocukları ise yer olmadığı için almadılar. Bunlardan biri olan Muzaffer bu durumu kabul etmedi, şehre gitmeyi çok istiyordu. Ne kadar ısrar etse de onu almadan yürüdü kamyon. Yapılacak bir şey de yoktu, dört kişilik şoför mahalline altı kişi sıkışarak oturmuşlardı çünkü.
Kamyon evin önünden hareket etti fakat Muzaffer inadına gitmek istiyordu, kamyonun arkasından tutunarak onlarla birlikte gitmeye başladı, onu gören diğer çocuklar da tutundular kamyonun arkasına. Kamyon patika yoldan asfalta girince hızlandı, her kes tutundukları demirlerini bırakıp vaz geçti fakat Muzaffer hâlâ tutunduğu demiri bırakmıyordu, kollarına yüklenip ayaklarını yerden kesti, hızla giden kamyonla birlikte gidiyordu kasaya yapışmış bir vaziyette. Korkmuyor ve gözünü bir şeyden sakınmıyordu. Tam köyden çıkacaklardı ki şoför, Muzafferin inadına yenildi, durdu, kapıyı açtı; “Haydi sen de gel, inatçı çocuk seni, inatçı,” dedi kızgın bir ses tonuyla.
Annesi de diğer kapıyı açtı; “Haydi gel oğlum, görüyorsun ki oturacak yer yok, madem öyle istiyorsun, gel seni de kucağıma alayım,” dedi hayıflanarak, içerlendi ona karşı. Kimse itiraz etmiyordu artık.
Büyük bur zafer elde etmişti Muzaffer. İnadının ve cesaretinin faydasını görmüş gitmeyi çok istediği şehre doğru annesi, babası ve abisi ile birlikte yol alıyordu şimdi. Hem de kamyonun en rahat, en konforlu yerinde, annesinin kucağında yolculuk yapıyordu, kucağa sığmıyordu aslında, annesinin dizlerine oturmuş, başını omzuna koymuştu.
Şehirdeki işleri bitmiş şimdi otobüs ile köye dönüyorlardı. Otobüs yolda mola verdi. Muzaffer annesine söyleyip otobüsten indi, karşıya geçip marketten su alacaktı. Yoldan geçerken hızla gelen bir araba Muzaffer’e vurup bir tarafa fırlattı, bir çığlık ile birlikte saniyeler sonra cansız bedeni yolun kenarına düştü. Çarpma ile birlikte kopan çığlık, otobüste her şeyden habersiz oturan annesinin yüreğine düştü, yüreğinin titreyişi ile kendini yere attı annesi. Toplanan kalabalığı yarıp koştu, yerde yatan çocuğa yaklaştı, baktı, kendi çocuğuydu, bu sefer bir çığlık da ondan koptu. Her çığlık yürekleri yakıp yıkıyordu, yürekleri dağlayıp deliyordu. Sonra babası geldi, sabır ve metanet içinde Muzafferi tutup kucağına aldı. Başka bir arabaya binip köye döndüler.
Gökte beyaz bulutlar sakin sakin duruyorlardı. Sarı başakların kesilip bittiği bir ölüm mevsimiydi sanki Temmuz ayı. Göğsüne ilkbahardan kalma bir serinlik inmişti.
İsmail, arkadaşları Resul, Ahmet ve diğerleri ile birlikte köyün ortasındaki boş arazide top oynuyorlardı.
Asfalt yoldan bir otomobil geldi, köyün içine döndü, Hacı Ethem’in evine doğru yöneldi, eve yaklaştığında arabadan ağlama sesleri, ağıtlar yükselmeye başladı. Evden çıkıp arabaya doğru koşanlar oldu. Köyün her tarafından insanlar geliyordu, bütün köy arabanın başına yıkılmıştı. Kadınların ağıtları yürekleri delip geçtikten sonra göğe yükseliyordu. Göklere fırlatılmış bir füzeydi her bir ağıt, her bir çığlık. Annesinin çığlıkları hariçti bunlardan. Kurşun gibi kalbini delip geçen acılara dayanamayıp bayılmıştı çünkü annesi. Ağıtlarını içine gömüyordu, her biri bir mayındı sanki ağıtlarının.
İsmail, olanlara uzaktan bakıyordu, şok olup yerine çakılmıştı sanki. Nihayet kendini toparlayıp eve doğru koştu. Yusuf abisi, annesinin yanında ağlıyordu, gelen her kes ağlayarak geliyordu, annesi baygın halde diğer kadınların arasındaydı, koluna girmişlerdi, yoksa düşüp kalacaktı orada. Babası da oradaydı, metanet içinde görünüyordu ama gözlerinden yaşlar akıyordu. Otomobilin bagajında bir tabut olduğunu gördüğü an kalbi çatladı, bir gözyaşı tufanı koptu içinden, gözünden seller akmaya başladı, gözleri Muzaffer abisini aradı, aradı fakat ortada yoktu. İşte o zaman uzun bir çığlık da ondan koptu; Muzaffeer, Muzaffeeer diye haykırdı, haykırışı dağlara, taşlara çarptı, sonra geri dönüp kulaklarına doldu, içinde yankılandı. Kendini kaybetti, dizleri gevşedi, yürüyemez oldu, bütün enerjisi kayboldu, dizlerinin bütün dermanı öldü, gözlerinin bütün feri söndü, bütün gücü yok oldu bir anda, yere çömelip kaldı bir kenarda.
Sonra bulutlar indiler sanki aşağıya doğru. Gözlerinin önü bulutlardan geçilmiyordu. Hava karardı, gün kapandı sanki. Sonra tabutu indirdiler; bağrış, çağrış, haykırış, hıçkırık, ağlayış ve ağıtlar arasında. O’ndan haberi yoktu kimsenin. Kalkıp yürüyecek gücü kalmamıştı. Arkasından bakıp boynunu büktü sadece, orada kaldı, gözyaşları içinde yitip gitti.
İsmail OKUTAN