- Eylül Hazanla Geldi… - 18 Ekim 2022
- İZMİR’ DE BİR ŞİİR AKŞAMI… - 12 Ekim 2022
- Ah Şu Dil Yanlışları… - 30 Ağustos 2022
Hepimiz bu soruyu sorarken bir yandan da üstümüzdeki karabasandan kurtulmak istiyoruz.
Bazen tv.leri izlemiyor, ruhumuzu karartan medyayı okumuyor, istemediğimiz bir görüntüyü, haberi ve sesi en azından o an için hayatımızın dışına itiyoruz. Yeterli mi? Ne gezer… Çünkü toplumun işleyişi sizi bazı şeylere zorluyor, çarkın bir dişlisi haline getiriyor.
İşte o an siz tekrar döndüğünüz yere geliyorsunuz. Karabasan yaşamınızın bir parçası oluyor.
Celladına aşık bireyleri gördükçe, yaşadığı aksaklığın çaresini gene aksaklığı yaratan figürden bekleyenler çoğaldıkça… Freudyan bir okumayla bu duruma ‘özdeşleşme’ dememizin de bir yararı yoktur. Sonuçta bu bireylerin tutulduğu bir hastalık, toplumun yuvarlandığı bir çaresizlik değil midir? 17 Ocak 2021 tarihli Birgün Pazar’ da Nesli Zağlı’ nın ‘Yorgun Mermi’ makalesini okuyunca yaşanılan karabasanın ne kadar yaygın olduğu görülüyor.
43 Yaşına girmiş gencecik bir insanın “…ruhsal yorgunluğumun sebebi dönemlik değildi. (….) benim stabil hayatım akıp giderken beni damla damla eriten şey içinde yaşadığımız bu ülkeydi.” demesindeki ruh hali ve tıpkı Stephan Zweig’ ın yaşadığı ‘ her şeyin sonuna gelinmiş’ olma halinden başka ne olabilirdi ki?
STEFAN ZVEİG DE YAŞADIĞI DÖNEMDEN MUZDARİPTİ!
Bu büyük yazarı da Hitler Almanya’ sının politik uygulamaları mahvetti. Bilindiği gibi Alman Faşizmi, önce Avrupa sonra dünyanın diğer ülkelerine saldırdı. Bu arada Almanya’ da milliyetçi söylem doruğa çıkarken milyonlarca ‘katiline aşık’ birey yaratıldı.. Hitler nerdeyse bir mit haline dönüştürüldü, her dediği kutsal bir emir gibi topluma sunuldu. Toplum kökenlerine göre ayrıştırıldı; Alman olmayan aşağı ırk sayıldı; Yahudiler, Romanlar fırınlarda, toplama kamplarında ve sürgünlerde kıyıma uğratıldı. Bu uygulamalar olağan bir politik uygulamaymış gibi sunuldu ve toplum büyük bir şehvetle bunu kabul etti.
Peki, bu toplum o tarihler için ruhsal açıdan hasta değil miydi? Bunlar çokça tartışıldı, günümüze bile sarkan bölümleriyle daha da tartışılacağa benziyor. Biliyoruz ki baskıcı politikalar toplum sağlığını, bireylerin ruhsal durumunu bozuyor. Mutsuz, geleceğinden endişe eden, sıkışmış, tükenmiş bir ruh hali topluma siniyor. Bu arada aydınlar, yazarlar ve düşünen kesimler kıyıma uğratılıyor, özgürlük hakları ellerinden alınıyor. 1933’ lü yıllardan söz ediyoruz ama bazı tınıları sanki bize tanıdık gelmiyor mu, bu uygulamaların?
1933-1945 yılları arasında yaşanan faşizm uygulamalarını iliklerine kadar yaşayanlardan biri de Stefan Zwieg’ dır.
Zweig’ ın Yahudi bir aileden gelmiş olması nedeniyle ülkesi Avusturya’ dan kaçmak zorunda kalmış sürgünlerden sürgün beğenmiştir. Amerika, İngiltere, Fransa ve en sonunda 1944’ de Brezilya bu sürgünlüğe ev sahipliği eden ülkelerdir. Brezilya ise bu büyük yazarın dünyaya veda ettiği yerdir.
YAZARIN BREZİLYA’ DAKİ SON GÜNLERİ….
Stefan Zweig’ in yaşamının anlatıldığı “ İmkansız Sürgün” de George Prochink adım adım yazarın intihara gidişini anlatır. Zweig ve Lotte 1941’ de New York’ tan Rio’ ya Hitler Almanya’ sın a uzak olmak ve biraz da sakinlik yakalamak amacıyla gelirler. Gelmeden önce de Brazil: Land of the Future adıyla Brezilya’ yı anlatan bir kitap yazmıştır Zweig. Bu yüzden devlet erkânı limana gelerek Zweig çiftini sıcak karşılar. Ancak bu ilgi kısa sürer.
Zira, kitapta Brezilya’ nın girişimcilik ruhu ve modern mimari gelişiminin tam yansıtılmadığı dile gerilir, ki bu da yönetici sınıfları memnun eden bir durum değildir. Kitap Brezilya’ nın sol aydınlarınca ve Jorge Amado gibi edebiyatçıları tarafından da tutarlı bulunmaz. Sanki baskıcı Vargas rejimine gizli bir destek havası vardır kitapta. Zweig bu durumdan mutsuz olur. Ama mevcut iktidarla da bir mültecinin arasını açacak bir tavır haklı olarak beklenemez.
Zweig çifti, yerleştikleri Petropolis kasabasında çalışmalarını sürdürür bu arada. Satranç kitabının çalışmaları burada yürütülür. Lotte onları düzeltmekte ve temize çekmektedir. Çoğu gün bu çalışmalardan sonra çift Petropolis’te taraçalı evlerinde akşam yürüyüşünden sonra beraberce satranç oynarlar. Ancak Zweig’ in aklının bir kenarında ülkesi Avusturya ve harap olan Avrupa vardır. Oradaki dostları, edebiyat muhiti… Bu arada sık gelen mektuplarda da bir azalma görülür, sanki bir kenarda kalmışlık sezinlenir.
Bütün bunlar Prochnik’ in deyimiyle onda “ …her şeyin sonuna gelmişlik” duygusu uyandırıyor. Beri yandan, bu anafor içinde bile o çalışmaktan geri durmaz, elinde Balzac biyografisi ile Dünün Dünyası otobiyografisi vardır.
Bu arada Alman faşizmi dünyayı alt üst etmeyi sürdürmeye devam etmektedir, Japanya, 1941’ de Pearl Harbor’ a saldırır. Bu da Amerikan devletinin savaşa dahil olması demektir. Savaşın çapı genişletmiştir iyice. Gün be gün savaşın gidişatını izleyen Zweig için bir felakettir bu. Üstüne bir arkadaşından Nazilerin Güney Amerika’ ya da saldırabilecekleri yorumu kendisine iletilmiştir. Arkadaşları bu haberle Zweig’in yüzünün allak bullak olduğunu belirtiyor. Arada bir iyi şeyler de olmuyor değil, Rio Festivali başamıştır. Zweig bu festivali kaçırmaz. Ancak bir yandan da Naziler başarılarını sürdürmektedir; gazete manşetleri Nazilerin Ortadoğu’ da ve Asya’ da ilerlediğini yazmaktadır. Üstüne Brezilya hükümeti de Nazilerden yana tavır koymaya başlamıştır. Bu da Zweig’ te ‘…hiçbir yere ait olmadığı ve gidilecek yerin kalmadığı’ duygusunu tetikler, haklı olarak.
1941’in 20 Şubat’ında evin bahçesinde büyük bir ateş yakarak elindeki kağıtları yakmaya başlar. Artık tükenmişlik sendromu had safhadadır. Elinde ne varsa yok etme güdüsü başlar. Kitaplarını Petropolis kitaplığına bağışlar, giysilerini hizmetkârlarına verir. Kimsenin fark etmediği bir ayrılış seremonisidir bu adeta. Nazizim bütün dünyaya yayılmaktadır ona göre. Ve gidilecek bir yer de yoktur artık.
VE O AN…
“Bizim kuşağın hayatı dönüşü olmayan bir şekilde tayin edildi ” diyen Zweig, öğle yemeği saati olmasına karşın her gün yaptığı gibi salona inmemiştir. Kuşkulanan hizmetçi yatak odasını açtığında Zweig ve Lotte kıpırtısız halde yatakta uyur vaziyettedirler.
Bu iki iyi insanın bu dünyanın karabasanına dayanamadığına işarettir. Veda mektubunda, “…uzun yıllar yersiz yurtsuz biri olarak oraya buraya sürüklenmekten dolayı tükenmiş “ diye yazan Zweig artık aramızda yoktur. Bu arada kendinden otuz üç yaş küçük bir eş olan Lotte’ de aynı biçimde onu terk etmeyerek dönüşü olmayan yolda Zweig’ i yalnız bırakmamıştır. Muhtemelen kendisinden birkaç dakika önce bu dünyadan ayrılan Zweig’ın yanına Lotte gönüllü olarak katılmıştır. Sevmek böyle bir şey olsa gerek. Birkaç dakika önce bu dünyadan ayrılan Zweig’ ın yanına uzanıyor, elini onun elinin üstüne getiriyor ve o haptan alarak sonsuz uykuya beraberce çıkıyorlar… Bir anlamda sevgilisine yetişiyor, onu yalnız bırakmıyor.
Görüldüğü üzere baskıcı rejimlerin, insanların üstüne bir karabasan gibi indikleri konusudur Zweig ve Lotte’ nin yaşamları… Aynı şekilde bizim de yaşadığımız bir benzeri değil midir? Çok sevdiğimiz ülkelerimiz değil mi uğruna türlü sıkıntılara katlandığımız… Tıpkı Zweig’ın Avusturya’ yı çok sevmesi gibi, oradan ayrıldıktan sonra bir türlü aradığı huzuru bulamaması gibi..