1.
Evdeydim. Hâlâ öyle. Evde kalmanın, necip milletimizle fazla hasbıhâl olmamanın daha akıllıca olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki, yaşım da bunu emrediyor. Hele on beş yıl kadar önce atlattığım rahatsızlık, emirden de öteye geçiyor. Her sabah aldığım beş ilaç, ilaçtan da öte, adeta ayağıma dolanmış birer zincir. Beni daire kapısına bile çıkmamaya zorluyor.
2.
Evde kalmaktan şikâyetçi filan değilim. Körün istediği bir göz misali, ne zamandır okumak isteyip de elimin bir türlü gitmediği kitapları yanıma alıp arka odaya kaçtım. Soluma devrilip yirmi sayfa, sağıma devrilip otuz sayfa derken okudum, okudum, okudum… Bazıları, şu salgın sırasında okumak için dikkatini bir türlü toplayamadığından filan söz etti. Bazı yazarlar da yazamamaktan… Gelin görün ki, kimse telefonsuz edemedi. Facebook, instagram, şu, bu; ellerinden düşmez oldu. İnsanlar yalnızlıklarını parçalayıp yok etmek için yapmadığını bırakmadı. Oysa benim aklıma İspanyolların şu meşhur atasözü geldi: Issız yerlerde kendin için bir âlem ol. Coronavirüs geçicidir, cehalet bâki kalır, dedim, kendimi kitaplara verdim. O kitaplarda benim yüzlerce dostum var çünkü.
3.
Şu salgın sorunu olmasaydı Adana, Alanya, Ankara ve daha birçok yerde okul etkinliklerine katılıp çocuk okurlarımla söyleşecektim. Olmadı! Rutinim bozuldu. Çünkü ben yazın yazıyorum. Kış aylarında ise yoğun bir biçimde okul etkinliklerine katılıyorum. Bu ani vites değişikliği beni sarsmadı dersem yalan olur. Kırk beş yıllık bir eğitimci olarak okulları, çocukları, genç öğretmen kardeşlerimle kitaplardan söyleşmeyi özledim. Fakat daha çok özlediğim, kitaplardan ve edebiyatın sorunlarından konuşup birkaç kadeh içtiğimiz dostlarım oldu. Tomris Uyar galiba, bir yazısında düellosuzluktan yakınıyordu; onun gibi, ben de yazmaktan, okumaktan, yayımlamaktan vesaire konuşmayınca huzursuz oluyorum. İlaçlarımı almamış gibi…
4.
Ben emekli bir öğretmenim. Kendimi böyle takdim ederim. Büyüklerimden böyle gördüm. Kendi kendimi “Ben Aydoğan Yavaşlı, yazarım efendim” diye tanıtmam. Ha, başkaları bana bu sıfatı yakıştırıyorsa ona da hayır demem, zira uzun bir zamandır yazıp çiziyorum ve bundan para da kazanıyorum. Yazarlık, şairlik, bizlerin kendi kendimize verebileceğimiz bir sıfat değildir, diye düşünüyorum. Bunun, dibinde kibir yatan çalımlı bir tür tevazu olduğunu da sanmıyorum. Mesleğim öğretmenliktir, yanı sıra yazıyorum. Kendi kendilerini “yazar”, “şair” diye takdim edenlere içimden gülüp geçiyorum. Canları öyle istiyormuş, öyle mutlu oluyorlarmış; ellemeyin olsunlar.
5.
90’lı yılların ikinci yarısında İzmir’de yayın yapan hemen bütün TV kanallarında kitap tanıtma ve söyleşi programları yapıp sundum. Eğer bir yazar/şair İzmir’de yaşıyorsa ve yeni bir kitabı yayımlanmışsa programa çağırıyordum. Çağırdığım zattan zerre hoşlanmasam bile… İşimle duygularımı karıştırmıyordum yani. Ee, aradan yıllar geçti, şimdi yeni bir kuşak çıktı sahneye. Eğer ona biat etmiyorsanız, çetesinden değilseniz, sizden sebepli-sebepsiz hoşlanmıyorsa ne editörlüğünü yaptığı yayınevinde kitabınız yayımlanabilir, ne de başında bulunduğu dergide kendinize yer bulabilirsiniz. Tanıdığım çapkın birinden duymuştum: “Ben akıllı kadınları severim ama benden akıllı olmaması kaydıyla.”
AYDOĞAN YAVAŞLI