Ulusal kültür ve sanatın yabancısı, dahası düşmanı olmak… Kerametleri kendilerinden menkul bazı yazarlar tarafından çocuklarımıza okuması için önerilen kitaplar dikkatinizi çekti mi hiç? Peki ya çocuklarımızın büyük çoğunluğunun seçtiği/seçmek zorunda bırakıldığı kitaplara? Lafı uzatmanın âlemi yok, işte örneği: Demir Adam, Benim Adım Hiç Kimse, Bay ve Bayan Kıl, Kumkurdu, Ben’in Gemisi filan derken önerdiği yirmi kitabın içinde adını ilk kez duyduğum Güzin Öztürk’ün Kar Kurdu ve Canavar adlı kitabı var, geriye kalan on dokuzu yabancı! Yabancı yazarların okunmasına tabii ki itirazım olamaz, ama bu kadarı… Bence bağımlılık! (İki gün önce benzeri Bulut Yayınları’nca yapıldı. Adını hiç duymadığım bir kadın yazar da yirmi kitap önermiş. On dokuzu yabancı!)
Duymuşsunuzdur: Mayısın son günleri İzmir’de “Sanal Kitap Fuarı” yapıldı. Katılanlar içinde İzmirli sayısı bir elin parmaklarını geçmedi. Valla ‘fuar’a ilk tepkim, acı acı gülümsemek oldu. Yani, dedim kendi kendime, iş buraya kadar getirilmemeliydi. Çünkü bence bunun adı “ne olursa olsun okurlara ulaşmak” değildi. Yazarlarla okurları bir araya getiren etkinliklere itirazım yok, tersine, gerekli bile bulurum ama bunun şekli şemâli bu değil; bunu demek istiyorum.
Çocuk kitaplarının öğrenci okurlara ulaşması için malum, okulların açık olması gerekiyor. Uzun zamandır açık olmadığı için çocuklardan ve okullardan uzakta kaldım. Her şey ‘normal’e dönerse kaldığım yerden sürdürebilir miyim, sürdürsem bile eskisi gibi olur muyum; bu sorular dönüp duruyor kafamda. Daha kötüsü, bazen yazıp çizmeyi bırakmayı düşünüyorum ciddi ciddi. Salinger gibi düşündüğüm de oluyor: “İnsanların yazdığının anlamıyla ilgilenmesini istiyorsan kendini gösterme.” Yani yaz ve kenara çekil. Ne kadar okur olduğu müphem şu kitleden uzak dur, gösterme yüzünü.
Tekeler Köyü Zeybeği’ni sayısız kez dinlerken ne zamandır yazmayı planladığım roman geldi aklıma. 15 Mayıs 1919’da, Hasan Tahsin’in işgalcilerce katledilmesinden başlayarak gelişen ve 9 Eylül 1922’de İzmir’in kurtuluşuna kadar süren zamana on iki yaşında bir çocuğun tanıklığıyla biten bir roman… Onu bitirir bitirmez bir “çarşı romanı” yazayım, diyorum. Vazgeçiyorum. Tarık Dursun K.’nın şaka yollu söylediği o söz geliyor aklıma: “Bu milletin yakasından düşelim yahu! Bize ihtiyaçları yok ki!” Dedikten sonra birkaç saniye içinde gülüp geçerdik ama hemen ardında sırıtan gerçekliğe takılırdı kafamız. Bu ülkede bir gün gazeteler hiç yayımlanmasa, hiç kitap (dergi vs) çıkmasa kaç kişi rahatsız olup “N’oluyoruz yahu!” derdi? Olsa olsa birkaç bin!
P Kitap Yayınları arasında çıkan Aşktan Öte Bize Yakın adlı kitabımı okuyan (özellikle kadın) okurların tepkileri beni hem şaşırttı, hem güldürdü. Harika ve birbirlerinden çok farklı geri dönüşler aldım. Kimi kadın okurlarım, ilk bölümdeki Metin’i evli ve iki çocuklu olduğu halde önüne gelen her güzel kadına gönül kaydırması yüzünden sevmemiş, kimiyse ikinci bölümdeki öykülerde aklını Sevilay adlı müphem bir kıza kaptırmış olan kasabalı delikanlıya -biraz da acıyarak- övgüler düzmüş. İster eleştirmiş, ister beğenmiş olsunlar, hepsine tek tek teşekkür ettim.
Birinin şiirlerini, romanlarını, öykülerini vs okuduğunuzda sözcük coğrafyasına, cümlelerinin yapısına, metninin kurgusuna, dilinin arılığına vs bakarak “Eksiği şu” dediğiniz oldu mu? Oluyor mu? Mesela, kimi metinler proteinsiz, kimi vitaminsiz, kimisi de karbonhidratsız geliyor bazen bana. Kim bilir, belki de okuyup okumamakla ilgili bir durum, bir yeti bu. “Canım, kimse dört dörtlük değil!” diyerek canımızı kurtaralım en iyisi.
Bir de şu “kişisel gelişim kitapları” var. Okuyorsunuz ve gelişiyorsunuz. Ben hiç okumadım, belki o yüzden… Neyse, bu konuyu bayrama bırakayım.