Hayır hayır, bu yazımda size Paul Auster’un Can Yayınları arasında çıkan Yazı Odasında Yolculuklar adlı kitabından uzun uzun söz edecek değilim. Çok merak ediyorsanız gidip alın kitabını, okuyun. Bakın, geceler çok uzadı, okumak için tam zamanı…
Gene de ucundan kıyısından dokunarak esas konuma gelmek isterim: Romanda bir odaya kapanmış ya da kapatılmış Bay Boş adında biri var. Muhtemelen yazarın kendisi. Yanına gidip gelenler var. Bakımını yapıyorlar. Yani yemek getirip götüren, sağlığını kontrol eden, diğer ihtiyaçları için yardım eden filan. Bay Boş, sair zamanlarda masasının önündeki yazılı bir tomar kâğıdı okuyor. Olay, kâğıtlarda yazılanlarla yazı odasındaki konuşmaların çerçevesinde gerçekleşiyor zaten.
Romanı pek sevdiğimi söyleyemem. Bunun farkına vardığımda yarıyı çoktan geçmiştim, eh, dedim kendi kendime, buraya kadar gelmişken bitir bari! Suçu hemencecik Paul Auster’a atmak istemem, kim bilir, belki de çevirisi soğuk gelmiştir bana. Oluyor çünkü böyle şeyler: Bazen iyi bir çeviri, yazarını bile geçer, derler. Tıpkı edebiyattan sinemaya uyarlanmış bazı filmler gibi. Siz bakmayın konusu açıldığında bazılarının sıkıntılı bir yüz ifadesiyle burun kıvırıp “Yok canım, kitabı çok daha güzel” dediğine, yazarını sollayıp geçen filmlerin sayısı öyle az buz değil.
Daha önce söz etmiş miydim, hatırlamıyorum şimdi: Bir edebiyat sitesinde adını unuttuğum birinin söyleşileri yayımlanıyor. Adını unuttuğum biri, yazarın bir yakınına soruyor: “Nasıl bir ortamda yazıyor?” diye. Yazarın yakını da hazır kendisine sorulmuşken ha babam anlatıyor: (Abartarak söylüyorum şimdi) Efendim, yazmaya başlamadan önce sade kahvesini yudumlar, sonra ağır ve de vakur adımlarla odasına çekilip yazacaklarını kafasının içinde şöyle bir gezdirir. Yazmaya başladığında klasik müzik dinler, ille de Bach tabii, odasında uçuk mavi renkler hâkimdir, masasının üstünde falanla filanın fotoğrafları bulunur, bu konuda hassastır, arada bir dinlenir, kadife kaplı kanepesine uzanır ve gözlerini yarı aralayarak hayallere dalar, vs vs…
Abartarak yazacağımı önceden dedim ama. Yani tamı tamına böyle değil. Gerçekliğin payı şu ya da bu kadar da olsa, ben hemen o muhterem şahsın bu kadar hemhal ortamlarda hangi hikâyeleri, romanları ya da şiirleri yazdığını merak ederim. İçimden, herhalde müthiş metinler olmalı, diye düşünürüm. Okurunu şöyle yerinde hoplatacak, edebiyatın o büyülü dünyasındaki rüzgârlara savuracak metinler… Çoğu kez hayal kırıklığına uğrarım. Bırakın hoplatmayı, yerin dibine sokar beni okuduklarım. Hele o büyülü rüzgâr… Ara ki bulasın!
Babam, böyleleri için “Yazmadan kâtip, gezmeden seyyah” derdi. Taşrada mebzul miktarda var böyleleri: Çevrelerindeki birkaç edebiyatsevere kendilerinin yazar/şair olduğuna her nasılsa inandırmış… Kerametleri kendilerinden menkuldür ama birbirlerini överek küçük iktidarlarını kurarlar. Belki de evlerinin gerçekten de bir odalarını yukarda abartarak söylediğim gibi “yazı odası” yapmışlardır. Bu gibi durumlarda ben hep hayıflanır, gardiyanların burunlarının dibinde yazmaya çalışan 40 Kuşağı yazar ve şairlerini düşünürüm. Geçim sıkıntısından kahve köşelerinde yazıp çizen Orhan Kemal gelir aklıma. Yaşlandığında kimsenin hatırlamadığı bir zamanların ünlü yazarları, şairleri üşüşür beynime. Onların yazı odaları hiç olmadı çünkü.