Tanrım, bana şiirimi yazdır.
Ben bazı şiirlerde çok zorlanırım, kitapları yazarken çok zorlanırım. O zaman derim ki: “Allahım ya şu şiirimi yazayım ya da benim şimdi canımı al.” Her akşam yatarken ‘’Tanrım, bana şiirimi yazdır.’’diye dua eden 14 yaşında başladığı şiir yolculuğunu 98 yaşına kadar sürdüren Doğan Hızlan’ın ‘’Tek başına bir okul’’ dediği Fazıl HÜSNÜ DAĞLARCA.
Bir söyleşisinde , ‘’Çocuk ve Allah’ı yayımladığımda yirmi bir yaşımdaydım. O sırada Yücel Dergisi’nin yönetim yerine gelen Galatasaraylı gençle söz verdiğim günde buluştuk. Moda dergisi sayfalarından giyinmiş gibiydi. Çok yakışıklı bir gençti. Şiirlerinin nasıl olduğunu sordu.Okuduğumu söyledim. Birden bire bir yerde ses duyar gibi yaparak: Şimdi size şiir tanrısı sormakta,dedim. İyi şiir yazacaksınız, karşılığında bir ödeme vermenizi istiyor. Bir parmağınızı istiyor sizden. Hayır mı diyorsunuz, ayak parmağınız da olabilir, diyor. Plajda ayaklarımı görenler olur mu diyorsunuz? Serçe parmağınızı da kabul edebilecek. Vermemekte diretiyor musunuz? Şiiri bırakmanızı buyurmakta. Bana sorsaydı şiir tanrısı sağ elimin iki parmağını ve bir gözümü saklar, geri kalan her şeyimi veririm, dedim ve genci yolcu ettim. Şiir tanrısı bu sözümü gerçek sandı. Bu günlerde anlattığım durumdayım. Yine de sevinçle şiir yazmayı sürdürmekteyim.’’
Ağustos böceği -La Fontaigne’nin dediği gibi,saz çalmak için değil-vücudunun iki parçasını birbirine sürtüp karnındaki yumurtalara can vermek için müziğe benzer ses çıkarır,ama sonunda kendisi ölür,
Yani iyi bir sanatçı gibidir ağustos böceği.Yaratmak için canını vermekten kaçınmaz.
Dağlarca’nın yapıtlarından birinin adı ‘’İçimdeki Şiir Hayvanı‘’
Şiir yaratmak için verilen bir ömür. Şiirin ağustos böceği değil mi DAĞLARCA? Sözcüklere can vermek için ölçümü olmayan bir emek veren değil mi?
Ben bazı şiirlerde çok zorlanırım, kitapları yazarken çok zorlanırım. O zaman derim ki: “Allahım ya şu şiirimi yazayım ya da benim şimdi canımı al.”İşte DAĞLARCA ve dileği.. Dağlarca gerçeği. Seçme hakkını şiirden yana kullanma. Kaç şair bu seçeneği işaretlemiştir acaba.
Bejan Matur’la yaptığı söyleşide buluyoruz soyadının neden dağlarca olduğunu…
* O ismi ben kendim buldum. Askerî okulda bir gün yüzbaşı, ‘herkes öğlen saat on ikiye kadar kendine bir soyisim bulsun. Eğer isim bildirmezseniz nüfus müdürlüğü sizin adınıza bir isim uyduracak’ dedi. 4 saat vakit vardı ben o dört saat boyunca dünyadan koptum ve isim bulmaya çalıştım. Dağ olmalıydı ama nasıl? 4 saatin sonuna yaklaşırken Dağlarca adı çıkageldi.
Ona göre sanat ; hem bir saat gibi içinde bulunduğumuz zamanı hem de bir pusula gibi gidilmesi gerek yönü işaret etmelidir.
O halde Dağlarca SAAT ve PUSULA görevini nasıl üstleniyor.Birkaç başlık altında ortaya koyalım.
TÜRKÇE SEVGİSİ
“Türkçem benim ses bayrağım” dizesiyle kendime ülkü seçtiğim Türkçe, kamunun düşmanı durumuna getirilmiştir. Kimileri Türkçe sözcükleri kullanırlarken, kullanmaktan vebadan kaçar gibi uzaklaşmışlardır. Bu toplu ölüme günümüz devleti sanki öncülük etmektedir. Atatürk’ün getirdiği bütün devrimler, Türkçe sözcükler, din düşmanlığı yargısıyla tu kaka sayılmaktadırlar. Mustafa Kemal’i ortadan silmek isteyen karanlık adam1ar gelecek kuşakların lanetinden kurtulamayacaklardır. (Lanet sözcüğünü sövgü yerine kullandım). Yazdıklarımın hepsi gelecek kuşakların kızgınlığı olsun isterdim. Kızgınlığım onlarla ayaklansın, yürüsün isterdim. Korkum yok, Türkçemizin hiç bitmez tükenmezliği bütün karşı davranışları karşılayacak güçtedir. Bilmezler kişi özgürlüğünün kendi diliyle başladığını. O özgürlük yoksa, kişinin de yok sayılacağını bilmezler.
* Ben Türkçe’nin takipçisiyim. Türkçe’nin varsıllığını korumak benim birinci idealimdir. Bir dil ne kadar güzel yazılırsa, kitapların da o ölçüde değeri artar. Ben gerektiğinde bir sözcük için bir şiir yazarım. O sözcüğü tanıtmak için.
*Genç arkadaşlar, Türkçeye inansınlar. Türkçeye inanmak, bütün hayattaki başarılarının basamağıdır.
* Bana yeryüzünün bütün tapusunu verseler şu Arapça sözcükleri kullan deseler, biri için bile yeryüzünün tapusunu verseler almam. Türkçe sözcüğünün tapusu, bütün gökyüzü yuvarlaklarının, bütün gökyüzünün tapusudur.
* Türkiye’deki şiir ortamının mesela bir Fransa’dan geri olmadığını düşünüyorum. Binlerce şair Türk şiiri için çalışıyor, en az yüz tanesi her zaman olmasa da iyi şiirler yazıyor, birkaç tanesi çok iyi yazıyor. Çoğu şair akıllarına gelen neredeyse ilk sözcüklerle yazıyorlar şiirlerini. Oysa öyle olmamalı. Türkçe çok zengin bir dil, Türkçenin şiire çok elverişli kıvraklığı İngilizce ve Fransızcada yok bana göre.
*Mutlu adamdır ki, eserini yazarken dilin aydınlığına uzanmıştır, dil yaşarken şiirleri de yaşar. Bu olanaklar varken, Arapça, Farsça kullanan şairlere acırım, onlar karanlıkta kalmaya mahkûmdurlar. Bu nedenledir ki, Ahmet Haşim, kullandığı sözcüklerin intikamı ile her gün biraz daha yok olmaktadır. Faruk Nafiz ondan çok okunuyor, çünkü, Türkçe yazıyor. Halbuki Faruk Nafiz nerede, Ahmet Haşim nerede. Haşim, gerçekte, Arap asıllı olmasına rağmen, Türkçe’ nin en büyük şairlerinden biridir.
* Ben Türkçe’nin yapısı içinde biriyim. Yüreğim; damarlarım onunla çalışmaktadır. O uyurken uyurum, o uyanıkken beni uyanık görürsünüz. Bu birliktelik benden değil, onun beni seçmesiyle başlamıştır. Bugüne dek yazdığım doksan dört yapıt benim değil onundur. Yasal zorunluluktan ötürü benim adımla yayınlanmaktadır. Şöyle de denebilir: Ben Türkçenin kendisiyim!
ÇOCUK SEVGİSİ
*Kitaplarının yüzü aşkını yalnızca çocuklar için yazılmış şiirlerden oluşmaktadır.Nedenini bir anlamda çocuğunun olmamasına bağlıyorum.Bir başka bakış da bilinçaltı..
ŞAİRLERİN YOLUNU ÇOCUKLAR AYDINLATIR. diyen bir şairden beklenen de bu değil midir?
Bejan Matur’la yaptığı söyleşide
Herhalde benim kadar çocuklarla ilgilenen, onları yazan az şair vardır. Şimdiye kadar 138 kitap yazdım, yarısından çoğunda çocuk var. Çocuk yazarken, onları düşünürken, ben başka bir insan oluyorum, hiç bilmediğim bir kuvvet geliyor bana, çok güçleniyorum. Biz doğadaki güzellikler karşısında büyüleniyoruz. Mucize gibi geliyor bir çiçeğin, bir karanfilin açışı. Halbuki doğumdur asıl mucize. Kadının kendisidir. Bir çocuğun kulağının kıvrımının uzak atalarından izler taşımasıdır asıl mucize. Biz mucizeyi başka yerde arıyoruz. diyor DAĞLARCA
Gazeteci Yasemin Arpa ile yaptığı söyleşide ise,
‘’Her gün 3 yaşında bir çocuk gördüm mü yanındaki anneyi annem sanıyorum. Çocuğun annesini annem sanmakla yetmiyor, çocuğu kendim sanıyorum. Ve böyle bir çocuğum olmadığı için doğanın bana sövdüğünü duyuyorum.’’
Attila İlhan’ın , Sezai Karakoç’un , Orhan veli’nin , Fuat Edip Baksı’nın , Yahya Kemal’ in , Tanpınar’ın ,Cevat Şakir’in de aynı tümceleri kurduğunu düşünüyorum.
ŞİİRE BAKIŞI
-F.H.Dağlarca- Çok önceden,bir yerde yaptığım bir açıklamayı yineliyorum: Bize 100 metre boyunda, 80 metre eninde bir mermer verdiler diyelim.”Bunun içinden bir kadınla yanındaki her biri başka başka yaşlarda olan 3 çocuğunun yontusunu çıkaracaksınız.” dediklerini varsayalım. Elimizde yontu demiri ve çekiç,çelik basamakların üzerindeyiz. Mermerin, çıkaracağımız yontuda bulunmaması gereken parçalarını,mermer kalıbından çıkarmaya girişiyoruz.Tık tık tık. Parçacıklar düşüyor yere. Günler süren çabamızın sonunda,kadınla 3 çocuğu gün ışığına çıkıyorlar. Şiir de buna benzer. Her şiir için bu çaba gösterilmektedir. O dilin sözlüğü büyük mermer kalıbı,kullanılmayan sözcükler atılan mermer parçaları. Şiirin kısası da böyle kazanılır,uzunu da!
*Şiir bende mayalanıyor. Maya gibi oluyor. Sözcükler beynimde çiftleşiyor sanki. Bir bakıyorum iç içe çoğalıvermişler. Yazmasam belki bin kişi olacaklar; yazarak azaltıyorum onları. Yolculuk gibi bir şey biraz da: Yola çıkarıyorum onları ve onlar bir yerde, inecekleri durağa geldiklerinde iniyorlar. Ki asıl demek istediklerim bunlar değil, bunlara benzer sözcükleri siz düşününüz, siz bulunuz. Sözcükler, belki, konuşurken de, yazarken de birer ‘tay’… Taylara benziyor hepsi; onları ilkin ıslıklarımla çağırıyorum, geliyorlar, gidiyorlar, siz buna konuşma diyorsunuz!
‘’YAZMAK ZOR İŞ DEĞİL,KABUSTUR ‘’ diyor PHİLİP ROTH Dağlarca için de durum aynı mıdır ? Yanıtını bir söyleşisinde buluyoruz.
– İnsanın ödevi şiir yazarken, düz yazı yazarkenki ısıyı terk etmesiyle başlar. Düz yazı başka, şiir başka bir ısıyla yazılır. Gerçekten öyledir, insan şiir yazarken eli ayağı titrer. Ben bunu yaşadım.
– Ben 14 yaşına kadar şiir yazdığım zamanlar kalkar çamaşırımı çıkartırdım, çünkü şakır şakır terlerdim… 15 yaşından sonra durum düzeldi yavaş yavaş. Öyle çalışırdım ki, ter içinde kalırdım. Çıkarırdım üzerimdeki gömleği sıkardım, şakır şakır su akardı. Şimdi bunu terk ettim, o işler kalktı. Ama o güç hallerin tadını da unutamam.
GESUALDO BUFOLİNO ‘’Ah ne hüzünlü günlerdi onlar,yaşamımın en mutlu günleri. ‘’ diyor tıpkı DAĞLARCA gibi. Aynı noktada buluşmak ne güzel.
Yine bir söyleşisinde,
Şiirin bittiği bir yer var mı? Sorusuna,
Olamaz!.. Şiirin bittiği yer düşünülemez bile. İnsanın bittiği yer olabilir ama şiirin bittiği yer olamaz!der.
Şiirleriniz kaç yaşında, siz kaç yaşındasınız?
Şiirlerin de yaşı vardır. Ağacın gövdesinden öğrenilir yaşı. Ben, şiirlerimin yaşındayım.
– Şiir de, şair de yaşlanmaz. Şair için en büyük tehlike yaşlanmak değil uslanmaktır. Birçok şairler uslanıyorlar, on para etmiyorlar.
– Uslanmayı düzene uymak anlamında mı kullanıyorsunuz?..
– Uslanmayla, toplumun karşıkoymaları, anlayışsızlığı karşısında yorgun düşmelerini kastediyorum. Zamanın akışına, anlayışına -olumsuz anlamda-kendini bırakmaktır “uslanmak”, teslim olmaktır. Bu durumdaki şair de, şiir de on para etmez. Eskimiştir, yaşlanmıştır.diyor.
-Sizce ülkemizde şiir okulları da olmalı mı?
-F.H. Dağlarca-Olabilir.Bütün sanatların öğrenebilen yeri vardır.Birçok ülkede şiir okulları var sanıyorum.Bu okullarda,bir öğrenci eğitimini tamamladıktan sonra daha ilerilere ulaşabilir.Buralarda yapılan çalışmalar,bir evin önündeki giriş alanına benzer.Öğrenciler kapıyı bulabilmek için,gece karanlığında dolaşmaktan,uzun süre aramalardan kurtulmuş olurlar.Güneş aydınlığında,kapıya varan yolu görerek,taşını,çakılını temizleyerek ilerlerler,adı geçen kapıya ulaşırlar.Gerçek şiir,o kapıdan geçince başlar.Ki orada,öğrenci diye andıklarımız,artık kendilerinin öğretmenleridirler.
RIZA ASLAN