Sabah kalktığında ve elini yüzünü yıkamaya gittiğinde mutlaka lavabodaki aynaya bakacaktı, yazdığı notu buraya yapıştırırsa iyi olurdu, olmazdı unutmak. Yazdı. Çok sıcaktı. Yazdığı notun üstüne alnından iki damla ter düştü. Gülümsedi. Alın teri hayattaki en kıymetli şey diye geçirirken içinden, beş yıldır aynı ücretle çalıştırıldığı fabrikanın müdüründen patronuna kadar inceden inceye saydırdı. Maaşım birazcık iyi olsa ne diye şu açılış kokteylinde sunacakları birkaç kadeh şarabın yolunu dört gözle bekleyeyim ki? Vardiya iznimin olduğu şu Pazar gününü iki kadeh şarap için öldürmesem mi acaba diye geçirdi içinden. Sonra bu düşüncesini de yatıştırdı. Notu özenle aynaya yapıştırdı daha ilk akşamdan: “Yarın sabah, saat 10:00 ‘da mahallemizde açılacak olan Saklıbahçe Pastanesi’nin açılış kokteyline iştirak edilecek, unutma!” Çizgili pijamasını üstüne geçirdi. Biraz televizyon izledi. İçinde, oturduğu bekar evinin kasvetine benzer pejmurde bir sıkıntı volta attı şöyle boydan boya: “Oğlum Ferdi, yaş olmuş yirmi yedi, şu odanın içinde dolanıp durmuyorsa bir sevgili, inan adam değilsin, seni gidi zibidi!” dedi. Kendine ithaf ettiği bu uzun cümle iltifat mıydı, hakaret miydi? Bunu duvardaki çıplak manken fotoğraflarının süslediği takvim yaprakları bile bilemedi. Uzandı. Bu düş ve düşünce yorgunluğu içinde hemencecik uyudu kaldı… İlginç ilginç rüyalar gördü. Rüya değil kâbus gördü: Pastane açılışında güzeller güzeli bir kız bir köşeden kendisine gülümsüyor, kendisi de ona çapkınca bir bakış fırlatıyor, bu durumu gören, kızın bir başka peşinde koşucusu, hapishane kaçkını ve at hırsızı kılıklı biri silahını çekip şarjörü alnının ortasına boşaltıyor, yataktan zıplayarak uyanıyordu. Üstelik bu kâbusu aynı gece üst üste üç defa görüyordu…
Sabahtı. Perdeyi araladı. Yağmurdu. Bir ürperiş hissetti tüm vücudunda. Gördüğü kâbusları hatırladı. Açılışa gitmekten caydı cayacaktı ki kapının zili çaldı. Pencereden baktı, gelen arkadaşı Duran’dı, gördü onu. Yüzünde muzip bir tebessüm vardı. Bu tebessümü hayra yormaya gayret etti ama yine de aklının köşesinde bir kuruntu kaldığını hissetti. İçeri buyur etti. Duran, “Çabuk hazırlan yakışıklı, açılışa gidiyoruz.” dedi. Ferdi güya bilmiyormuşca ne açılışı derce dilinin ucunda bir şeyler ezdi. Onun görmez yanından gitti lavabo aynasındaki notu aldı çöpe attı…
Ferdi yakışıklıydı ama bir o kadar utangaçtı, saftı ve temiz kalpliydi. Bu utangaçlığı yüzünden hiç kız arkadaş edinememişti. Yalnızca yakışıklılık işe yaramıyordu konu kız arkadaş edinmek olunca. Biraz dilin de laf edebilmesi gerekiyordu. Ama her muhabbet ortamında arkadaşlarına “Lan oğlum çirkin suratlarınızla bu kızları tavlama işini nasıl başarıyorsunuz, şu zübük dünyada hepinizin sevgilisi var, benimse gölgemden başka yok yarim yarenim?! “diyordu. Ferdi’nin bu özlemini bilen arkadaşları onu bir anlık, bir saatlik, kısa bir sürelik de olsa mutlu etmek, biraz da eğlenmek istiyorlardı. Açılış, bu düşünceyi uygulamaya koymak için biçilmiş kaftan bir gündü. Duran önderliğinde Ferdi’nin diğer üç arkadaşı Murat, Hamza ve Hasan kafa kafaya vererek ne yapacaklarını görüştüler: Açılışa hepsi de sevgilileriyle gelecekler, yanısıra Hasan’ın sevgilisinin arkadaşı Ferda da gelecekti. Ama Ferda kervanları ürkütmemek için onlara takılmayacak, yalnız gelmiş gibi davranacak, eline şarap kadehini alıp bir köşeden kaş altından Ferdi’yi süzecek, denk düştüğünde ona gülücükler, uygun ortam olursa hatta öpücükler de fırlatacaktı. Tüm bunları detaylarına değin Ferda’nın da çağrıldı olduğu bir toplantıda onayını alarak kati karara bağladılar…
Orhan Kemal Bulvarı cıvıl cıvıldı, hafta sonunun bu son gününün kuşluk vaktinde genelde tenha olurdu oysa bulvar. Belli ki duymayan kalmamıştı gözünü sevdiğim Adana’da bu açılışı. Sanki bütün şehir buraya akıyordu. Yok, aslında bu kadar da değildi, altı üstü Yavuzlar Mahallesinin yavuz gençleri ve yağız/esmer kızlarıydı gelenler hepi topu. Ama Ferdi’ye kalsa bir karnaval yeri olmuştu burası. Derken Ferdi, arkadaşları ve sevgilileri pastaneye ulaştılar. Ferda önceden gelmiş, elinde bir kadeh şarapla herkesi görebileceği bir köşede yerini almıştı. Ferdi’ye çaktırmadan Ferda nerede acaba derce birbirine bakıştılar. Hasan’ın sevgilisi Songül işte orada derce gözleriyle işaret etti. Her şey yolundaydı. Önce gidip mekan sahibine hayırlı olsun dileklerini sundular, sonra birer çerez tabağı ve birer kadeh şarap alarak Ferdi’yi Ferda’nın sorunsuz bir şekilde görebileceği bir noktaya geçtiler. Hepsinin ilgisi Ferdi’nin üzerinde.
Başlasındı şenlik…
Ferdi ortalarında, diğerlerinin bir yarısı bir tarafında, diğer yarısı bir tarafında çaprazlamasına ama göz ucuyla hem Ferda’yı hem de Ferdi’yi görebilecekleri, Ferdi’ninse Ferda’yı tam cepheden görebileceği şekilde bir sohbet düzeni oluşturdular. Gelecek üstüne, yaşam üstüne, memleket hali ahvali ve şarabın tadı üstüne gırla giden bir sohbet zinciri başlattılar. Bir taraftan da Ferda ve Ferdi’yi göz hapsine aldılar. Neden sonra elinde şarap kadehi, bir yandan şarabını yudumlayan, bir yandan da kendisine bakıp bakıp gülümseyen afet-i devrana, gözleri gök mavisi, saçları güneş sarısı, yüzü ay parçası, beli fidan, elleri nehir durusu o maralla göz göze geldi. Nasıl olurdu? Bu, rüyasında gördüğü o kızdı. Olamazdı. Yüzünde sevinse mi şaşkınlık içinde kalsa mı karar veremeyen bir ifadeyle adeta donakaldı. Arkadaşları da kendisinin bu haline donakaldılar. Murat kendini toparlayarak Ferdi’yi dürttü: “N’oluyor aslanım, neyin var?” diyebildi. – Yok bir şey! Gidelim buradan!.. Hiç kimse hiçbir şey anlamamış, herkesin tadı kaçmıştı. Tam kapıdan çıkacaklarken yan masadan kendisini süzen adama gözleri takıldı, yok öyle olmadı şöyle oldu, dünya kadar büyüdü kaldı gözleri Ferdi’nin. Artık yürümüyor da koşuyordu sanki. Bu nasıl bir tesadüftü böyle, rüyasında kendini alnından vuran adamın da burada olmasını hangi rüya tabiri açıklayabilir, hangi bilim bu sırrı çözebilirdi?
Arkadaşlarıyla vedalaşmayı bile unutarak eve kendini zor attı. Buz olmuştu yüzü herkesin. Hiç kimse tek kelime etmedi, dağıldılar…
Ferdi tüm bu yaşananları unutmak için çok uğraş verdi. Çabuk unutmasına unuturdu ya o mavi gözler, o sarı saçlar ve o ay yüz tam unutacağı anlarda birden şehrin ortasına asılan dev bir film afişi gibi karşısına çıkıveriyordu olur olmaz zamanlarda. Aklında hep bir “acaba!?” takılı kalıyordu…
Günlerden bir gün işe geç kaldım endişesiyle apar topar evden çıkmış, pencereyi kapatmayı unutmuştu. Eve döndüğünde odanın ortasına fırlatılmış bir kibrit kutusuna gözleri odaklandı. Üzerine iç içe geçmiş iki kalp resmi çizilmiş, bir tarafına kocaman bir “F” harfi, bir tarafına da küçücük bir “z” harfi yazılmıştı. Kutuyu merak ve heyecanla açtı, içinde bir mektup, kat kat katlanmış mektubu aceleyle açtı: “Mahallemizin biriciği, kıymetlisi, Alain Delon’u, sevgili Ferdi merhaba. Sen beni hiç görmemiş olabilirsin. Yooo belki de hergün görmektesin. Ama bir ot gibi dikkatini cezbedemeyişim senin değil benim kusurum olmalı. Sana aşığım. Seni seviyorum. Açılışta o şapşal Ferda’nın sana bakışlarına şu kadarcık olsun itibar etmeyişin beni gönendirdi. Kim olduğumu öğrenmek istiyorsan önümüzdeki pazar günü öğleden sonra, Paktaş fabrikasının önündeki durakta elinde bir karagülle bekle beni, ben o karagüle dudaklarımın alından sürmek istiyorum. Beni tanıyabilmen için söylüyorum; başımda sarı bir yazma olacak. Görüşmek üzere. ”
Demek o gülümseyen kızın adı Ferda. Hımm. Mektup okunduğunda günlerden Çarşamba idi. Pazar günü iple çekildi. Bir taraftan da isminin baş harfi “Z” ile başlayan ne kadar mahalleli ve çalıştığı fabrikadaki genç kız varsa hatırlanmaya çalışıldı. Zeynep! – Çık, olamaz. Zühal! – Hiç olmaz!
Mektubu anımsadı. Bu satırları yazan Ferda’dan söz açtığına göre… Ama Ferda nereliydi? Hangi semttendi? – Öf! Boğulacağım ya. Ferda’nın anılması da pek hayra alamet değil, hayırlısı.
Bekleyelim bakalım…
Sinek kaydı traş oldu, takım elbisesini ve güzel günler için sakladığı topuklu ayakkabısını giydi.
Saçlarını özenle taradı. Kendi kendine söylendi: “Demek benim de şu köhne dünyanın bir köşesinde bir sevenim varmış. Artık gam değil ölsem!” Orhan Kemal Bulvarından Kazım Karabekir Mahallesine bir ara cadde çıkar, işte o kesişme hattında, eski sinemanın karşısında bir çiçekçi vardır, çingene kızlarından biri, Türkan Şoray’a benzeyeni, Nigar, o çalıştırır. Nigar’ı asaletle selamladı. Bir tek karagül istedi. Nigar takıldı:” Cicim sen bu işlerde acemisin galiba, hiç insan sevgilisine karagül götürür mü? Al şu al gülü! İstersen pembesini vereyim!” Karagül de karagül dedi de başka da bir şey demedi. Nigar ne yapsın…
Kavil durağına varalı saatler olmuştu. Mektupta belirtildiği üzere öğleden sonra saat tam 13.00 dediğinde oradaydı. Akşam alacasında kadar bekledi gelen giden yok. Bir saate baktı, bir de elindeki güle. Ağlasa mı gülse mi bilemedi. Elinde solan karagül kömüre dönmüştü, götürdü çöp kutusuna attı. “Bir çöp kadar kıymetim yok hiçbir şeyin yanında!” diyerek derin bir iç çekti…
Yıkıldı. Kalktı. Yıkıldı. Kalktı. “Tutunmalıyım, şu çakal beldesinde yakışır mı madara olmak bir kurda?” dedi. Aklından türlü türlü şeyler geçti. En çok da “Keşke üç kuruş uğruna köyümü terk edip şu külüstür bekar evine hapsolmasaydım, belki şimdiye kadar köyümden biriyle çoktan evlenirdim, oğullarım kızlarım olurdu boy boy!” minvalindeki düşüncesi karşısında duygu kasırgasına kapıldı. Annesinin “Gitme oğul!” nidası yankılandı kulağında. Oturdu hüngür hüngür ağladı: “Kahrolası yaşam benimle oyun oynuyor!”
Günler günleri kovaladı. Yine arkadaşlarıyla buluşup eğlendiler, güldüler, arka mahalle sokaklarında volta attılar. Çamlığa gidip ortaklaşa aldıkları şaraptan yudumladılar. Türküler söylediler bozuk devrana karşı: Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz!..
Ne kadar da böyle dese türküler, bu bir temenniden ibaretti. Hükümdar olan eşkıyalardı, işçi kalan, işsiz kalan hep Ferdilerdi, Muratlardı, Duranlar ve Hasanlardı. Ve güzel günleri bekleşen o güzelim sevgililerdi…
Ferda kısacık bir not yazarak yine kibrit kutusunun içine koydu: “Geçmiş günlerde sana verdiğim sözü tutamadım. Önemli bir mazeretim çıktı. Özür dilerim. Yarın öğleden sonra… Zelal.”
Ferda o açılışta bir oyunun parçası olmuştu. Doğru. Ama aslında Ferdi’ye ilk görüşte aşık olmuştu. Ogün bakışları karşısında neden öyle cin çarpmış gibi tuhaflaştığına anlam veremiyordu Ferdi’nin. Belki de Ferdi hoşlanmamıştı kendisinden. Mektuplarında durumu bu yüzden açıklamayarak başka bir imza kullanmıştı. Tüm bunları buluştuklarında söyleyebilmeyi ümit ediyordu.
Ferdi buluşma günü vardiyası olduğu için ilk defa amirinden izin istemek durumunda kaldı. Suratsız herif bön bön baktı Ferdi’nin yüzüne: “Veririm ama ücretinden düşülür!”
Ferdi doğruca Nigar’ın çiçek dükkanında aldı soluğu. Nigar “İtiraz istemiyorum al şu kırmızı gülü, uğur getirir!” dedi. Çaresiz, alındı. Buluşma noktasına erkenden varıldı. Yol gözleniyor, gelip geçen her başında sarı yazma olana dikkat kesiliniyor… Bir taraftan da ne olur ne olmaz diye bele takılan baba yadigarı tabanca kontrol ediliyor. Bu yapılırken “Deli! Buraya savaşmaya mı sevişmeye mi geldin? ” soruları havada uçuşuyor.
Ferda yolda düşler içinde ilerlerken birkaç defa karşıdan evlerine bakarken, bir defa da kendisi açılışta Ferdi’ye bakarken kendisine bakar gördüğü, iki ay önce cinayet suçlusu olarak hapis yatmakta iken afla dışarı salıverilen komşu oğlu katil Murtaza’nın kendisini takip ettiğini fark ediyor. Hızlı hızlı ara sokaklara girerek izini kaybettiriyor ya da öyle sanıyor. Kalbi güm güm ata ata başında sarı yazması olduğu halde durağa doğru ilerliyor. Ferdi onu görür görmez tanıyor. O mavi gözler, ah! Ne yapması gerektiğine dair kararsızlığını üzerinden atarak elindeki gülü Ferda’nın geliş yönüne doğru uzatıyor… Ferda güle doğru uzanmak için adım sayıyor, ya üç ya da beş adım kalmış… Tam bu sırada Ferdi az ilerdeki ağacın dibinde elindeki tabancayı parmaklarının ucunda döndüreni görüyor. Bu, o. Aman tanrım!
-Yere yat Zelal! – Hayır, Zelal değil Ferda!
İki el silah sesi duyuluyor. Biri Ferdi’nin silahından, diğeri Murtaza’nın. Murtaza kolundan vuruluyor. Silahı yere düşüyor. Çevredeki insanlar koşuşuyorlar: – Kaçıyor şerefsiz, yakalayın!..
Ferda Ferdi’nin kucağına düşüyor, gül bir yana, can bir yana düşüyor… Ferdi’nin alnının ortasına iki damla kan sıçrıyor. Uzaklardan bir türkü ambulans ve polis sirenlerine karışıyor: “Başındaki yazmayı da sarıya mı boyadın…”
İLHAN KEMAL
13 Eylül 1968, Adana doğumlu. Şiir, inceleme, deneme, söyleşi ve şiire dair kuramsal yazılarıyla Adalya, Akatalpa, Amanos Edebiyat, Bahçe, Budala, Dize, Eliz, Etken, Hayal, Heves, İmgelem Çocukları, Kavram Karmaşa, Kurşunkalem, Kum, Kıyıdili, Lül Sanat, Mühür, Mortaka, Patika, Papirüs, Sanat ve Hayat, Söylem, Şiiri Özlüyorum, Şiirsaati, Ücra, Varlık, Yeniyazı ve Yom Sanat gibi birçok ulusal – yerel edebiyat dergisi, fanzin ve şiir antolojilerinde yer aldı.
İletişim: ilhankemal1@gmail.com
Şiir Kitapları
- Mağmum (Ocak 2006) – Kora Yayın
- Hiç, Kimsenin Bildiği (Nisan 2007) Başak Yayınları
- Ücra Söz (Ağustos 2009) Hayal Yayınları
- Değişik (Haziran 2011) Mühür Yayınları
- Yağmur Konalgası (Eylül 2012) Kanguru Yayınları
- Beni Güzlerimden Öp (Mart 2014) Mühür Yayınları
- Ağır Çıvgın (Mayıs 2016) Mühür Yayınları
- Yalnızlık Karnavalı (Mart 2018) Şiiri Özlüyorum Kitaplığı
- Yitik Kitap (Hayal Yayınları, Haziran 2019)
- Şehrazat’ın Düğünü (Klaros Yayınları, Nisan 2020)