Çok değil bundan beş on yıl önce olmalı edebiyatın değişmez tartışma konuları vardı: Edebiyat yıllıkları, antolojiler, edebiyat ödülleri gibi. Şimdi kurumlar, yayınevleri ve kişiler artık yıllık ve antoloji yayımlamıyor, dolayısıyla bu mecrada yer almayanların ‘ senin adın var benimki neden yok?’ tarzındaki tartışması kendiliğinden kalkmış oldu. Tartışma kalktı ama esasında bu antolojilerin ve yıllıkların edebiyatı kamusal alanda tanıtma işlevlerini yerine getirdiklerini şimdi anlıyoruz. En azından ehil bir eleştirmen, o yılın edebi ürünlerini süzgecinden geçirip kamuya sunuyordu bu araçlar vasıtasıyla. Tabii eleştirinin yanında ödülleri, etkili edebiyat dergilerini de unutmamak gerekiyor. Böylece edebiyatın hem kendi kamusu, hem de okurları bu alanı izleme olanağı buluyordu. Bu mecralar olmayınca beraberinde edebiyat eleştirmeni de işlevini hafifleterek ( ya da artık olmayarak) yerini kitap tanıtımı yazarları dediğimiz kesime bıraktı.
Edebiyat ödülleri çeşitli nedenlerle zayıfladı, seçici kurullarından diğer süreçlerine yapılan yanlışlıklar ve buna bağlı hoşgörü sınırlarını zorlayan eleştiriler bu kurumu da nerdeyse yerle bir etti. Edebiyat dergileri, var ama ‘ edebiyatın mutfağı’ işlevini görüyorlar mı, bilmiyorum? Artık, metodolojisi, felsefesi ve geniş bir edebiyat bilgisi olan eleştirmen yerine daha dar alanda metni- kitabı- tanıtanlar çıktı ortaya. Kuşkusuz bu kesimin de farklı disiplinlerden ve edebiyatı belirleyen kavramlardan yararlanmadığı söylenemez ama günümüzde Mehmet H. Doğan, Mehmet Fuat, bir Fethi Naci’ yi aramak boşuna. Edebiyat dünyasının bu ‘ akil adamları’ öyle ya da böyle yoklar.
Ödüller? Hem düzenleyenler, hem eleştirenler açısından muhasebeye muhtaç. Bir yayınevine bağlı yazarların seçici kurul yapıldığı ve dolayısıyla o cenahın ödüllendirildiği bir gelişme bu gün hâlâ tartışılıyorsa…
İçim elvermiyor ama söylemek zorundayım, kendi vicdanına ve geleneklerine sahip çıkmayan edebiyatın piyasanın kollarına düşeceği aşikâr değil midir? Bunda elbette piyasanın dayattığı yapının da etkisini aramak gerek. Okurun müşteri olarak görüldüğü, bir romanın ya da edebi ürünün niteliğinden çok ne kadar sattığına bakıldığı dönemdeyiz. Kâr, reklam ve tanıtım kavramları ne yazık ki bu sektörün de için de olacaktır bundan sonra. Tanıtım olunca da reklamcılar devreye girecek, bir malın çok satmasını sağlayan kavramları bize dayatacaklar. Bunları, romanda, şiir kitaplarında, sinema ve tiyatro alanında görürsek şaşmayalım.
Geçen gün Orhan Pamuk örneği tartışılıyordu. Romanın dağıtıma verilmesine az bir süre kala, yaptırdığı tanıtımın bir ticari malı’ ın tanıtımıyla nerdeyse eşdeğer olmasından dolayı. Bir zamanlar kitabın tanıtımı reklam panolarına kitabın kapağı konularak yapılırdı. Şimdi anladığım kadarıyla daha mikro bir çalışma yapılıyor, bir edebiyat eserinin her aşaması reklam diliyle anlatılarak okuyucunun merak ögesi diri tutulmaya çalışılıyor. “Kitabın yarısına gelindi, videosu hazırlandı, dağıtıma verildi” gibi spot cümlelerle.
Hafızamızı, beğeni düzeyimizi ve satın alma refleksimizi etkileyecek profesyonel bir çalışma karşımızdaki. Üstelik bu aşamalar sadece reklam panolarında da değil, değişik mecralarda hayat buluyor. Mesela Orhan Pamuk’ un iki gazeteciyle buluşması her nasılsa büyük bir tanıtım başarısı gibi gösteriliyor. Gösteriliyor da Rasim Ozan Kütahyalı’ nın Orhan Pamuk’ a katacağı şeyin ne olduğu bari söylense!
Kısaca, konuya dönecek olursak piyasa böyle bir şey, Orhan Pamuk örneği üzerinden konuyu irdeledik ama edebiyatın bundan sonraki yol haritasında galiba bu tanıtım olgusunu ve dolayısıyla edebiyat eserinin bir ‘ emtia’ gibi edebiyat kamusunda yer alacağını epeyce tartışacağız gibi. Bu arada Orhan Pamuk’ a da haksızlık etmeyelim sonuçta önemli bir edebiyatçımızdır kendisi. Bütün yanlışları ile birlikte…
***
Madem edebiyatla başladık devam edelim:
Geçen hafta, Elif Şafak’ ın Firarperest kitabında ‘ Yazarları Sevmeyen Yazarlar’ başlıklı makalesinde yazarların bir birini çekemediklerini ve sevmediklerini okumuştum. Çünkü orada Şafak, yazarlığın tek başına yürütülen bir uğraş olduğunu, ofisinin, çalışma saatlerinin olmadığından söz ediyordu. Devamla yazarın yazdıkça insan ruhuna ve hallerine yolculuk ettiğini, dolayısıyla bu durumun yazara bir özgüven ve ‘şişkin ego’ olarak döndüğünü söylüyordu. Böyle olunca da kendini fazla önemseyen biri olarak görmek sanki yazarın kişiliğine ve davranışlarında yer ediyor. Bu da yazar’ a bir diğer yazarı kıskanma, beğenmeme zemini hazırlıyor. Zira Şafak aynı yazıda örnekleri de vermiş:
Mesela, Mark Twain ile William Faulkner hep atışırmış, birbirlerini zerre kadar sevmezlermiş. Virginia woolf, Somerset Maugham’ ı, “ cani kılıklı, fare suratlı” olarak nitelendirerek yerden yere vururmuş. Bizden örnek Halide Edip, kendisinden başka yazarlara hayırhah bakmazmış. Demirtaş Ceyhun’ da bu konuyu anlatıyor; “ Edebiyatımı Geri İstiyorum” kitabında:
Beyoğlu’ nda Mehdi Baba’ nın Kahvesi’ ne uğramıştır bir gün. Orhan Kemal’ de oradadır, teliflerini almış olmalı ki masa donatılmış ve rakısını yudumlamaktadır. Demirtaş’ ı masasına çağırır başlarlar edebiyat dedikodusuna. O sıralar Kemal Tahir’ in romanı yeni çıkmıştır ve eleştirmen Fethi Naci’ nin romanı öven bir yazısı çıkmıştır. Aynı tarihlerde Orhan Kemal’ in kitabı da yayınlanmıştır ama Naci henüz bir eleştiri yazısı yazarak olumlu bir tutumda bulunmamıştır. İşte, Orhan Kemal bu durumu kendisine karşı bir komplo gibi görmektedir. Bu yüzden hem Fethi Naci’ ye hem de Kemal Tahir’ e ağzına geleni söyler, hatta Nazım’ la yattığı hapishane günlerine giderek, Tahir’ in Nazım’ ın anısına ihanet ettiğini bile söyler.
Tam bu laflar söylenirken meyhanenin olduğu pasaja Şakir Eczacıbaşı ile Kemal Tahir girmezmi. Dedikodu bir anda unutulur… Dostluklar yeniden hatırlanır;
“.. Orhan Kemal’ i görünce iki eli iki yanda gür sesiyle ‘ vaaay Raşit!’ diye gür sesiyle ortalığı inleterek bize doğru geliyorlardı. Onu görür görmez Orhan Kemal de ayağa kalkmıştı, sarmaş dolaş sarılıp öpüştüler.( Edebiyatımı Geri İstiyorum shf. 79.)
Sonra başka bir meyhaneye hep birlikte gidilir ve muhabbet orada devam eder. Gördünüz mü, yazarlar da biz faniler gibi ‘insan’! Bütün zaafları ve yanlışları ile…
Ama yaratıcılar, bir tek avantajları bu!
Bir şiir:
“Bazan da bir yerde kuşlar vardır/Ne uçmak, ne görünmek için
Bir karanfil pencereyi deler/Bir kapı kendiliğinden kapanır
İstesek sevişirdik, ama olmadı/Biz değil yaşayan acılardır.
Gitsem de her yerde biraz vardır/ Hatırada zamansız bir plak
Bir otel kapısı, biraz istasyon”
Edip Cansever- İnfilak-