Tamı tamına yirmi yıl oluyor. Hayatımın en karmaşık zamanlarıydı. Para pul işleri, geçim derdi vesaire derken denk geldi, Etki Matbaası ve yayınevi sahibi Âdem Kargı’dan birlikte çalışma teklifi aldım. Hayatımın o en zor döneminde bana iş vererek yeniden eski günlerime dönmeme yardımcı olan Âdem Kargı’yı burada bir daha minnetle anmak isterim. Yanında çalıştığım aşağı yukarı bir buçuk iki yıl içerisinde Çocuk Yazarlar Projesini gerçekleştirerek İzmir’in yayın hayatına çok önemli bir katkıda bulunduğumuzu birkaç kendini beğenmişin dışında herkes bilir.
Daktilodan bilgisayara geçmeyi, dizgi yapmayı, sayfa düzenini, pikajdan fonta, vinyetten redaksiyona, hepsini orada öğrendim. Bir kitap nasıl basılır, basıldıktan sonra hangi aşamalardan geçer; orada gördüm, bizzat yaşadım. O yüzden, bugün bile hangi kitabı elime alsam önce kapak düzenine, içeride ve kapakta kullanılan kâğıdın gramajına, seçilen fontuna, sayfa düzenine filan bakarım. Ardından okumak gelir. Okurken bir elimde mutlaka kalemim olur. Aklımda kalmasını istediğim cümlelerin altlarını çizerim. Fakat hiç tahammül edemediğim şey, tahmin edersiniz, dil yanlışlarıdır. Yani şu “-de”, “-ki” ve soru eklerinin yazılışları, sözdizimi filan… Bu yanlışları gördüğüm anda o kitabı elimden bırakır, bir daha dönmem. Doğru yazılışlarını öğrenmemde büyük katkısı olan ortaokuldaki Türkçe öğretmenlerime teşekkür ediyorum. Bu huyum özellikle Dönemeç dergisinin dizgisi sırasında daha çok depreşti. Dönemeç o sıralar tipo basılıyordu. Prova baskısı alınır alınmaz düzeltisini yapıyor, doğru şekilde yeniden dizilmesi gereken satırları iade ediyordum.
Bütün bunlar bir yana -ki bunları bilmenin yararını olduğu kadar zararını da çok çektim,- esas sorun, yazdıklarını yayımlamak için ne yapması gerektiğini bilmeyen bazı ‘yazar’ ve ‘şair’lerden kaynaklanıyordu. Bunlar matbaa ile yayınevi arasındaki farkı bilmiyordu. Aslında bana sorarsanız sanat ve kültürün ilk ağızda kapı dışarı edildiği bu tuhaf coğrafyada yayıncılık pek akıl işi değil. Bugüne değin kitapları neredeyse on yayınevinden çıkmış biri olarak söylüyorum bunu: Akıl işi değil! Kâğıdından mürekkebine, bütün girdilerinin dışarıdan temin edilmesi bir tarafta dursun; depolama, dağıtım, para tahsilatı, telif ücretleri, çekilen kaprisler, iadeler, faturalar, şu, bu…
Etki’ye bazen öyleleri geliyordu ki, sahibi Âdem Kargı’nın onlara nasıl tahammül ettiğine şaşıp kalıyordum. Nedense herkes en büyük yazar, ya da en büyük şairdi. Kimse onlar kadar güzel yazamıyordu. Bazıları, yazdıklarıyla Nâzım’ı geçecekleri konusunda taahhütte bile bulunuyordu. Romanda da Yaşar Kemal’le filan boy ölçüşenler vardı. Dil yanlışlarını gösterdiğimde beni neredeyse ofisin ortasında kurşun yağmuruna tutacak kadar öfkelenenler oluyordu.
Tabii onları anlamak da önemliydi. Her yazar, yazdıklarının yayımlanmasını, okunup beğenilmesini ister; bunda şaşacak bir şey yok, ancak yazdığı her metnin mükemmel olduğuna inananların hiçbir zaman yazar ya da şair olamadıkları da bir gerçek. Tarık Dursun K’nın o sözü geliyor aklıma: “Önce malın mal olsun, gerisi kolay.” Öyle ya, Yunus’un yayınevi mi vardı?
İleride bu konuyu biraz daha deşeriz isterseniz.
Ben de çalıştığım gazete ve dergilerde çok çektim böyle yazarlardan! Özellikle Siyah Beyaz gazetesinde Kültür-Sanat editörü olarak çalışırken, dili ve anlatımı bozuk yazılarla hayli uğraşmak zorunda kalmıştım. Ama burnundan kıl aldırmayan “Türkçe özürlü” kimi yazarlar, yanlışlarını düzelttiğim için teşekkür edecekleri yerde çoğu zaman tepki gösterirlerdi. Hatta bu yüzden beni patrona şikâyet edenler bile çıkmıştı! Sözün özü, editörlük nankör bir iştir.