Yalnızlık üzerine güzelleme yapacak değilim. Üstelik yazınsal anlamda yaratıcılığı beslediğini deneyimlemiş biri olarak… Dahası, yalnızlığı parçalayan aşka hiç inanmam. Fakat konumuz tamı tamına bu değil. Konuyu buraya getiren, -okumakta geç kaldığımı itiraf ederek söylemem gerekirse- İtalyan edebiyatının önemli adlarından Dino Buzzati’nin Tatar Çölü adlı düşündürücü romanı oldu.
Okuyanlar bilirler: Giovanni Drogo, şehre hayli uzak, ıssız ve upuzun vadilerin ötesinde, yalçın dağlarla çevrili bir kaleye teğmen olarak atanır. Niyeti, kalede dört ay kadar kalıp yeniden kente dönmektir fakat bu hiç gerçekleşmez. Kalenin kuzeyinde uçsuz bucaksız bir çöl uzanmaktadır. Kaledeki herkes o çölün bilinmez bir yerinde Tatarların yaşadığını düşünmektedir. Hatta öyle ki, Tatarlar günün birinde mutlaka kuzeyden gelip kaleyi kuşatacaktır. Buzzati şöyle anlatıyor bunu: “Onların talihleri, serüven, herkesin yaşamında en az bir kez çalan o mucize anı, kuzeyden gelecekti. Zamanla gitgide belirsizleşen bu olasılık uğruna koskoca yetişkin adamlar yaşamlarının en güzel bölümünü burada tüketiyorlardı. Onlar, herkesin ortak yaşamına, sıradan insanların mutluluğuna, vasat bir yazgıya alışmışlardı; birbirleriyle yan yana ya gerçekte bilincine varmadıklarından ya da sadece ruhlarının kıskanç çekingenliğiyle birer asker olduklarından, hiç sözünü etmeksizin aynı umutla yaşıyorlardı.”(sf: 56/57)
Günler, aylar, hatta yıllar kuzeyden gelecek düşmanları beklemekle geçer. Bazen askerlerden biri, kuzeydeki çölün ötelerinde bir şeylerin kıpırdadığını, Tatarların muhtemelen kaleye saldırmadan önce ön bir takım hazırlıklar yaptığını iddia eder. Fakat ne gelen vardır, ne de giden… Drogo, bütün ruhunu kuzeyden gelmesi muhtemel çöl insanlarına bağlamıştır artık. “Eski umutların, savaş hayallerinin, kuzeydeki düşmana ilişkin beklentilerin artık sadece insanların yaşama bir anlam vermek üzere uydurduğu gerekçeler olduğu kesin olarak kabul görüyordu. (sf: 169)
Evet, aslında kaledeki herkesin amacı, yapayalnız yaşadıkları şu koskoca dünyada -ki o dünya kalenin yıldan yıla eskiyen surlarıdır,- yaşamlarına bir anlam vermektir. Fakat her günün birbirine tıpatıp benzediği, tabyalar ve surlar arasında gelip geçen bir yaşamda anlamlı olan ne var ki! Tatar çölü de olmasa hiçbir şey! Her şey dayanılmaz acılar vermesine karşın Drogo artık şehre dönme ve yeni bir yaşam kurma düşlerinden iyice vazgeçmiştir. “İnsanın tek başına olduğu ve hiç kimseyle konuşmadığı zaman bir şeye inanması çok zordur. İşte tam da o dönemde, Drogo, insanların her zaman birbirlerinden uzakta olduklarını fark etti, birisi acı çektiğinde acısı sadece kendisine ait oluyor, hiç kimse o acıyı birazcık olsun dindirmiyordu; bir insan acı çektiğinde, duydukları sevgi ne kadar büyük olursa olsun, diğerlerinin bu yüzden acı çekmediklerini ve yaşamdaki yalnızlığı işte bu durumun oluşturduğunu fark etti. (sf: 193)”
Neyse, ben sizi yalnızlığınızla baş başa bırakayım artık.
Tatar Çölü abartıldığı kadar evet. Adam yazmış. Okumayan, ben roman okuruyum demesin.
Keyifli okumalar dilerim.