Güzel değildi aslında. Ama güzeldi. Bana güzeldi. Güzelliğine uygun değildi. Ama bana uygundu. Bana huzur veriyordu. Hatta huzurun bizzat kendisiydi. Yüzüne baktığınızda ufkun tâ ötesini görürdünüz. Siz değil de ben, ben görürdüm. İnsanda sonsuzluk üstüne çok garip, sarsıcı, çoğu kez de korkutucu düşüncelere sebep olurdu. Sizde değil, bende. Tuhaf bir yürüyüşü vardı ve sonraları o yürüyüşü kimde görsem ondan çaldığını düşünüyordum. Onun bazen bir kimselerin okumadığı, dolayısıyla bilmediği bir romanın kahramanı olduğunu sanır, buna iyiden iyiye ihtimal verirdim. Olabilirdi yani, neden olmasın? Pekâlâ Kırmızı ve Siyah’tan, Madame Bovery’den ya da ne bileyim, Anna Karanina’dan çıkıp gelmiş olabilirdi. Zaman zaman Patrick Süskind’in Das Parfüm adlı romanındaki kokusu aranan genç kızlardan biri olması ihtimalini de yabana atmamak gerekiyordu.
Onu seviyor muydum? Bundan hiç emin olmadım. Emin olmamak gerektiğini düşündüm. Belki de sevmek az gelirdi. Ötesiydi. Onu bile aşan bir şeydi. Eğer çok, çok uzaklarda gerçekten de yıldız kümeleri, galaksiler, karadelikler ve daha bir sürü şey varsa, yani ta sonunda bir bütün olarak evren varsa, o idi. Sözgelimi, elinin bir ucunda, muhtemelen parmak ucunda Andromeda galaksisi olabilirdi, bir diğerinde Orion filan.
Ama hepsinden, hatta bir bütün olarak evrenden çok o, sokağını pırıl pırıl yapan bir temizlik işçisinin evine dönerken mahalle fırınından alıp koltuk altına sıkıştırdığı sıcacık bir ekmekti. Sofraya koyardı ve bölüşürdük. Ona güzelliğini söylediğimde hiç oralı değilmiş gibi yapar, kirpiklerinin kapanıp açılmasından bunu bildiğini anlardım. Doğaldı çünkü. Doğa kendisiydi. Kapsıyordu. Kuşatıyordu. Hele güldüğü zaman aralanan titrek dudaklarının ardındaki sıcak ağzını görmeliydiniz. Hayır, görmemeliydiniz. Çünkü yalnız ben görürdüm ve yitip gitmeyi isterdim.
O, sanki bir devrim sabahıydı. Tamamdı işte. Her şey bitmiş, sonuca ulaşmıştı. Artık saf, tartışmasız, mutlak bir iyiliğe doğru gidiyorduk. Önümüz sıra uzanan berrak gelecekten emindik ve kendimizi güçlü hissediyorduk. Sabahtı o. Uzun, derin ve bıktıran bir karanlığın ardından gelendi. Gelmiş ve her şeyi oldurmuştu. Tanrım, nasıl da yerli yerindeydi her şey. Herkesi şaşırtıyordu. Beni şaşırtıyordu. Yalnız beni. Siz şaşırmıyordunuz. Çünkü o artık ben olmuştu ve ben artık kendimin dışındaydım. Belki de yoktum. Ama o ve güzelliği vardı. Gözleri, ağzı, yüzünün her yerinden yayılan kocaman, sonsuz bir aydınlık… Sonra akşam olurdu. Akşam olduğunda biz bize bakardık. Baktığımız yerde hiçbir şey görmezdik. Gördüğümüz ne varsa onundu. Ne akan bir suyun şırıltısı, ne yanan bir dağın gürültüsü, ne deli bir denizin gümbürtüsü… O her şeyi kuşattığı için korkunun ötesine geçmiş, kara bir delikten içeri kaymıştık.
Devrim böyle gelirdi işte. Oldurur, olurdu.