Kanunlar uyulmak içindir. Uyulmayınca, cezalandırılmayı gerektirir. Cezalar da farklıdır. Kanunun kapsamına ve konunun önemine göre değişir. Ancak, bazı kanunlar vardır ki; bunlara uymak için aşırı elastiki olmak gerekir. Bu elastikiyet korunamaz ise kişiyi seçime zorlar. Bu seçimdir ki, kişiyi bir anda tüketebilir, hayatla olan bağlarını inceltebilir.
Yaşam kanunudur bu. Hani şu gelin kaynana sorunu var ya… İşte o. Kaynana kaynayan kazandır, gelin ise karayılandır (!)
Acaba bu sorun gerçekte bu kadar ciddi ve karmaşık mıdır, çözülemez mi?
Çözülebilir tabii… Bunu mümkün kılmak için, önce konuyu anlamak ve irdelemek gerekir. Peki, bu nasıl olacak?
Kaynana, kocanın annesidir. Gelin ise, geleceğin kaynanasıdır.
Ana yüreğidir; çeşitli sıkıntılarla dünyaya getirdiği, büyüttüğü, hatta şahsiyetinden dahi fedakârlık ettiği, sevgisinin tümünü verdiği evladının günün birinde hemcinslerinden birine kaptırmaya katlanamaz. Erkek istediği kadar büyüsün, onun gözünde yine kucağında oturan, süt emen yavrusudur. Yavrusu için en güzeli, en iyiyi sadece ve sadece o verebilir (!) Ondan başka kimse ihtiyaçlarını karşılayamaz, özveride bulunamaz…
Gelin ise, körpedir daha. Sonradan da tanımış olsa, o da sevgisini vermiştir, aynı kişiye. Ona kalbini, sevgisini verdikten sonra, o güne kadar sakladığı kendisini de teslim etmiştir. Artık, nasıl kendisi için ondan başkası yoksa onunda kendisinden başka kimsesinin olmamasını ister.
İşte karmaşa burada başlar. Aslında karmaşa değil, sadece sevgi çatışmasıdır. Ana da, gelin de aynı kişiyi severler. Buna karşı o da ikisini birden sever, sevmek zorundadır. Sonuç mu? Bu gün dahi geçerliliğini koruyan ve dünya varoldukça sürecek olan klasik gelin-kaynana sorunudur.
Ana; evladının iyi bakılmadığından, gerekli ilgi ve şefkatin gösterilmediğinden yakınırken; gelin de, ananın her şeye karıştığını, rahat vermediğini, haddini bilmediğini (!) savunur. Ona göre erkek sadece kendisinindir. Paylaşılamaz. Artık o, kendisininse neden ana ortaya çıkar, olmadık zamanda…
Aslında kötü bir düşüncesi yoktur ananın da… Kendisi de aynı süreçten geçerek bu günlere ulaşmıştır. Ona göre, gelin daha genç ve biraz uçarı ise, bunu kendisi yerinde gidermeli, hataları anında ortaya koymalıdır (!) Kısacası, onun ki, deneyimlerinden aldığı güçle rolünü en iyi şekilde, biraz da alışılagelmişliği bozmadan oynamaktır.
İki tarafta duygularıyla hareket edeceğine, ellerinden geleni yapmaktan geri durmayacaklarına göre burada görev yine kaynanaya, kaynayan kazana (!) düşmektedir. Dedik ya, gelin daha körpe, deneyimsiz. Ana ise; olgun, görmüş geçirmiş. Zaman ise, en güzel çözümleyici… İşte bu üçgende; ana sussun, susarak hataları ortaya koysun. Susarak hatalar en güzel biçimde ortaya koyulur. Nasıl mı? Her hatayı anında su yüzüne çıkarmadan samimi ve sıcak bir başka ortamda, dikkatli sözlerle ve dolaylı olarak söylenirse; bu zihinlerde kolayca yer eder ve unutulmaz. Unutulmayanlar ise, hataları önler. Gelin ise hep ileriyi düşünmeli, kaynana olacağı günleri görebilmelidir. Zaman, çözümleyici olarak görülür, karşılıklı özveri köprüsü kurulabilirse işler kendiliğinden yoluna girer.
Hep gelin dedik, kaynana dedik. Güzel de, erkek ne olacak? Nasıl davranacak? Ona düşen görev aslında ikisininkinden de daha zor. O da bu zorluğun üstesinden gelebilmek için ikili oynamayacak, ayırım yapmayacaktır. Bunu iki tarafa aynı biçimde hissettirecek olursa, en güzel denge unsuru olur.
Ana, oğul ve gelin… Yaşamın vazgeçilmez üçgeni. Bunun ateş üçgeni değil de, sevgi üçgeni olabilmesi için reçete çok basit; anlamak bağışlamaktır…