İşi insanla uğraşmaktı. İnsanla uğraşmak zordu ama seviyordu işini. Yoğunluk, bedensel ve ruhsal yorgunluklara davetiye çıkarırdı çoğu zaman. Bazen öyle olurdu ki yorgunluğunu düşünecek zamanın bile olmazdı. Bir kahve söyledi kendisine. Akşam yaklaşıyordu. Dalmıştı…
Şırıl şırıl akan sularının sesini duymayalı yıllar olmuştu. Her biri dört bir yandan süzülerek gelen suların sesleri. Hele hele çok sevdiği, her fırsatta dibinde soluklandığı, hayaller kurduğu kayanın diplerinden gelen suyun tadına hasret kalmıştı. Dere kenarlarında yükselen sazlıkları hatırladı aniden. Yeşilin tüm tonları canlandı gözlerinde. Ve kıpır kıpır oldu içi. Alabildiğince arsızca boy atan kamışlardan yaptıkları oyuncakları hatırladı. İlk müzik aletlerine orada merhaba demişti. Yosun tutmuş kaya diplerinden yayılan kokuları çekti içine. Hasretti bunun adı. Ya da çocukluğa duyulan özlemin bir başka adı olmalıydı. Kına yapıp ellerine yaktıkları, yosun tutmuş kayaların kokusu hala kalmış mıdır diyerek; kokladı ellerini ama hiçbir şey hissetmedi. Sadece, derinden gelen ve insanın genzini yakan şehrin, kötü kokularıydı hissettikleri.
Kendini sokağın koşuşturmaları arasına bıraktı. Yağmur ince ince yağıyordu. Yüreğinin sızlamaları, ağlama sonrasında yaşanan iç çekmelere benzeyen hıçkırıklar, yağmur tanelerine eşlik etti. Sanki yüreğinin pınarı kurumak bilmiyordu…. Elleriyle gözlerini sildi, ağladığını fark etmemişti. Gökyüzü bile nicedir cimrileşmişti, şehrin insanları gibi. Öğün öğün harcanan yaşamları andırıyordu gökyüzünün bereketi.
Paltosunun yakasını kaldırmayı düşünmedi. Arabaların çığlıklarını, savrulan küfürleri duyacak halde değildi. Dalgın dalgın yürürken birisine çarptı. Özür dileyecek takati yoktu. Bu duruma karşısındaki insanı da aldırış etmediğini gördü. İnsanlar tepkisiz kalmışlardı. Alıştırılmışlardı tepkisizliğe. Ya da susmaları gereken yerlerde konuşur olmuşlardı. Yılların hızlıca tükettiği saçlarının üzerinde ıslaklıklar yüzüne doğru hızlıca düşmeye başladı. Yoktu içine alacak saçları. Kafasına düşen her minik damlacık iniyordu hızlıca yere doğru. İlk defa saçlarının seyrek olmasını bu kadar sevdi. Her bir tanecik soluklanmadan kavuşuyordu yere. Yağmur taneciği de olsa toprağa akardı her şey. Vuslat toprakla güzelleşirdi.
Paltosunun içinde gelen titreşimlerden cep telefonunun çaldığını anladı.
—Alo.
—Merhaba hayatım. Nasılsın. Geciktin biraz da merak ettik. Akşam yemeğine bekleyelim mi seni?
Arayan eşiydi. Yıllardır zamanlarını birlikte paylaştıkları insandı o. En sıkıntılı anlarında hep yanında olmuştu. Yine içine doğmuş olmalıydı. Sezerdi hep o. Sezgileri çok güçlüydü. Ters giden bir şeyler olursa hep arardı.
—Hayır hayatım. Sizler yemeğinizi yiyin. Ben biraz geç kalacağım. Merak etmeyin iyiyim. Biraz midem ağrıyor ama biliyorsun alıştım bu duruma. Merak etme. Daha da geç kalırsam ararım seni. Öpüyorum. Çocuklarımı da öptüğümü söyle olur mu?
Ve kapattı telefonu. Konuşma kısa sürmüştü. Başka zaman olsa uzun konuşurlardı. Kendi halinde kalacaktı bu gün. Kimseyi de aramayacaktı artık. Aranmak da istemiyordu. Sessizce telefonun kapatma düğmesine gitti eli. Kendi iç yolculuğundan rahatsız edilmeyecekti artık. Bu sonun nereye götüreceğini de bilmiyordu kendisini.
Aheste adımlarla yürüyüşüne devam etti. Yağmur da gönülsüz yağmalarına ara vermişti. Dışarı azda olsa temizlenmişti.su ne de olsa yıkardı her şeyi. Kesilen yağmurun ardından hafif bir rüzgar esintisi başlamıştı. Islanan saçlarından aşağı doğru yayılan bir soğukluk hissetti. Ürperdi birden. Midesinden yükselen acıyı yeniden hisseder olmuştu. Acı gittikçe şiddetleniyordu. Göbeğinin üzerinde acı yoğunlaşmıştı. Acı öylesine şiddetlendi ki birden yürüyemedi. Dizlerinin üzerine çöktü. Yer ıslak olmasa uzanacaktı oraya.
—Tanrım bu nasıl bir acıdır böyle dedi kendi kendine. Yanından ilgisizce geçip giden insanlara baktı. Yardım dilenir bir haldeydi. Kimse oralı bile olmuyordu. Bir kadın, “Utanmadan içiyorlar bu saatlerde. Bir de böyle yerlerde sürünürler” diye söylendi. Bu insanları sevmişti yıllardır. Onlar için kaç kez sabahlamıştı, toplumsal sevgiyi, yardımlaşmayı, paylaşmanın güzelliğini yayabilmek için neleri, neleri feda etmişti. Şimdi yerlere düşerken halkının bu kayıtsızlığı karşısında acısı bir kez daha artmıştı. Böylesine acılar son günlerde çokça kapısını çalar olmuştu.
Kuvvetli bir öksürükle irkildi, elleriyle ağzını kapatmak istedi. Öksürük birkaç kez şiddetle tekrar etti, avuçlarının içinde bir sıcaklık hissetti. Sanki bir parça yumuşak et parçasını tutuyor gibiydi. Acıdan bitkin düşen gözlerine götürdü ellerini, elleri kan kımızı olmuştu, acı tanıdıktı. Vaktinin azaldığını anladı…
Erol BALCI
* Erol Balcı’nın Yeni öykü dosyasından.