imgelem ANI ONLARSIZLIK / HALİT GÖKMEN

ONLARSIZLIK / HALİT GÖKMEN

“Kolay diyorsun, gel bir de sen yaşa sensizliğimi”
Attila İlhan

Ulusal yayının tek kanaldan yapıldığı, aramalar sırasında coğrafi yakınlık nedeniyle iki Suriye kanalına ilişkin termitli ve çok sayıda oryantal müzikli yayının izlenebildiği yıllardı. Yani TRT’nin Beşiktaş’lı yayınlar yaptığı o yıllardan, sık sık kesilen yayın akışı-akamayışı daha doğru olurdu-  nedeniyle zengin kültür hazinelerimizin ekrandan öğrenildiği yıllardan söz ediyorum. Ki; Necefli maşrapa, İskender Lahiti, Nemrut’taki Tanrı heykelleri benzeri pek çok tarihi eserin ülkemizde olduğunu okuldaki ders kitaplarından değil, kesintilerde kullanılan görsellerden öğrenmiştik.  O, başında kasketiyle kamera karşısındaki boşluğa yürüyerek gelir. Kameranın tam karşısında durur. Omuzundan aşağıya doğru düşmüş atkısını eliyle sol omuzunun üstüne doğru atar ve gözlerimizin içine bakarak “Ben Türkiyeli şair Attila İlhan” derdi. Ekran kararır, benimse içime bir ışık dolardı.

“Şair” ne büyüleyici bir söz. Şiir yazana şair dendiğini aşağı yukarı üç dört yaşlarından beri biliyordum. Babaannemden dinlediğim Kurtuluş Savaşı şiir ve destanlarından ve Türkçe öğretmenliğinde okuyan dayımın küçük kızından dinlediğim şiirlerden dolayı -annemden ve ninelerimden dinlediğim masalları saymazsak- edebiyat eşittir şiirdi benim için. Bir şairi beyazcamda sesli ve hareketli görmek, üstelik de bunu kendisine özgü artistik bir jestle gözümüzün içine bakarak yapması büyülerdi beni.

Zaman içerisinde şairliğinin yanı sıra yazarlığına, senaristliğine, çok sonraları da entelektüel birikimini akıcı bir sohbetle süslediği tarih programı sunuculuğuna tanıklık ettim. 10 Ekim 2005 Pazartesi günü seksen yaşında yitirdiğimizi öğrendiğimde, beraberinde çocukluğumdan bir şeyleri de yitirmiştim.

Babamla aynı çağın insanıydı. Cumhuriyetin ilk yıllarında geçirilen bir çocukluk sonrası ikinci dünya savaşı döneminin yoksunluk/yoksulluk günlerinde yaşamının en verimli çağını geçiren şair, babamdan bir yaş küçüktü. Babam o günlerde henüz sağdı ancak demans ve alzheimer hastasıydı. On yıldır hastalıklarla boğuşan annemi hatırlamadığı anlar bile oluyordu. Bazen böyle, yaşadığı günleri algılamaktan iyice uzaklaşıyor bazen her şey günlük olağan akışında seyrediyor belleği normale dönüyordu. Hangi zamanlarda geçmişe ilişkin anılarının üzerine tül çektiğini anlayamıyor, durumunu netleştirmek için konuştuklarına dikkat kesiliyorduk.

Aradan kırk gün geçmişti ki kanser ve hepatit C ye bağlı siroz hastalığı nedeniyle uzun süredir yaşam-ölüm çizgisinde mücadele eden annemi aralıklarla yedinci kez kaldırdığımız hastanenin acilinde kaybettik.  Annemin ölümü, onun çok sık hastanelik olmasına, umutsuz umarsız bir hastalığın pençesinde kıvrandığını bilmemize ve bu sonu beklememize karşın hepimiz için çok sarsıcı oldu. Kimsenin empati yapmasını bekleyemem, yapılabileceğini de düşünmüyorum. Ancak yaşayanlar anlayacaktır. Yaşınızın kaç olduğu çok da önemli değil. Hatta daha çok şey paylaştığınız daha çok anı biriktirdiğiniz için ileri yaşlarda yaşadığınız öksüzlük, küçük yaşlardakinden elli dirhem fazla gelebilir.

Annemi yitirmemizle birlikte babam yaşamla bağlarını süratle koparmaya başladı. Uzun süre anılarını yaşattığımız annemizin acısı henüz tazeydi. Babamınsa gün geçtikçe problemleri ağırlaşmış ve yatağa bağımlı hale gelmişti. Bakımını biz üç kardeş nöbetleşe gerçekleştiriyorduk. Çok zorda kalınca da en küçük amcaoğlumuzdan destek alıyorduk. Babamın sağlık sorunlarıyla meşgulken 2006 yılının Eylül ayı başlarında fabrikadan arkadaşım Süleyman’ın “(ŞEY) Şair, Edebiyatçı ve Yazarlar Derneği’nin yapacağı Birinci Ölüm Yıldönümünde Attila İlhan Anma Etkinliği’nde şiir okumak ister misin?” teklifine hiç düşünmeden evet yanıtı verdim. Bu teklife evet diyerek üzerimdeki yaslı havayı dağıtabileceğim bir olanak çıktığını düşündüm. Çalışmaları benim de tanıdığım şair-yazar Mehmet Ali Gürgen yönetecek, provalar dernek lokalinde yapılacaktı. Etkinlik için de Kongre Merkezi düşünülmüştü. Hemen çalışmalara başladık. Gerçekten de ruhumu karartan yaslı atmosferi dağıtmaya başlamıştım. 10 Ekim 2006 da yapılan etkinlik büyük ilgi gördü. Herkes mutlu olmuştu. İzleyenlerden çok güzel tepkiler geliyordu. Bireysel olarak deneyimli olmama karşın ilk kez bir araya geldiğimiz yetişkinlerden oluşan –beş benzemez- bir grupla iyi bir iş çıkarmıştık.

O etkinliğin üzerinden yalnızca on sekiz gün geçmişti. Nöbet bendeydi. Sorunsuz olarak sıvı besini nazal yoldan enjekte edip, babamın rutin bakımlarını yaptıktan sonra evime gidip duş almak üzere çıktım. Zaten son iki aydır bilinçsizce yatıyordu ve ağızdan beslenmesi söz konusu olamadığından nazal yoldan besleyebiliyorduk. Markete uğrayıp eve geldim. Henüz duşa giremeden telefon çaldı. Kız kardeşimdi. Nöbeti ona devretmiştim. Sesi kötüydü. Bölük pörçük bir şeyler söylüyordu. Tam ne dediğini anlayamadım. Yalnızca yarım saat önce ayrıldığım için babam fenalaştı diye düşündüm. “Geleyim hastaneye götürelim” dedim. “Kaybettik” dediğini duyabildim. Eşimle Serhat uyuyordu. Serhat henüz on aylıktı onların hazırlanıp çıkması uzun sürer diye düşündüm. Apar topar tekrar giyinip evden çıkarken uyumakta olan eşim Cemre’ye “babamı kaybetmişiz Serhat’ı hazırlayıp sen de hazırlan gel, ben çıkıyorum” dedim.

Kız kardeşim gözyaşlarıyla kapıyı açtı. Ben ayrıldıktan hemen sonra en küçük amcaoğlu gelmiş o da babamın yanı başında ağlıyordu. Yalnızca yarım saat önce yaşarken bıraktığım babam Yaşar Asker öyle uyuyor gibi sırtüstü yatıyordu. Sarıldım sıcacıktı. Soğuk kaskatı bir bedenle karşılaşacağımı sanıyordum. Öyle değildi. Yaşıyor gibiydi. Nabzını kontrol ettim. Yoktu. Ancak yaşıyor olduğu duygusundan kurtulamıyordum. Nefes alıp vermediğine baktım. Solunumu durmuştu. Bedeninin ısısını duyumsadıkça ölmüş olabileceğine ikna olamıyordum. Kulağımı göğsüne dayadım. Kalbi atmıyordu. Yapılabilecek bir şey yoktu.

Seksen iki yıl önce o gün doğmuştu. Doğduğu tarihte, 28 Ekim Cumartesi saat 17.00’de soğuk ve yağışlı bir havada yaşamı sona erdi. Oysa Haziran başından beri tek damla yağmur düşmemişti. Müjgan ve ben ağlaşıyorduk. Asuman da ağlıyordu. Telefonlar işledi. Hısım akraba haberdar edildi. Hemen hemen bütün arkadaşları bakıma muhtaç, yatağa bağımlı veya öbür dünyaya göçmüş olduğu için akranı hiçbir arkadaşı cenazesine katılamadı. Ancak çok kalabalık bir cenaze töreni oldu. Hava alışılmadık derecede soğuk ve hava kapalıydı fakat dünkü yağmurdan eser yoktu. Defin işlemleri Cumhuriyet Bayramı’na denk gelmişti. Kentin üzerinde bando sesleri yankılanıyordu. Cumhuriyet gibi bir yaşam sürmüştü. Yoksul ama onurlu. Arkasında akranı Attila İlhan gibi şiirler bırakmadı ama şiir gibi bir yaşam bırakmıştı.

Defin yapılan çukur ve çevresinde dün yağan yağmura işaret edecek tek bir çamur ve su birikintisi yoktu. Yağmur betonlaşmış toprağı tava getirmişti. Mezarlık işçilerinin de defin için kürek sallayanların da işi çok kolaylaşmıştı. Elli üç yıl aynı yastığı paylaştığı eşi Servi Naz’ın yanına açılan çukura göz açıp kapayana kadar bir tohum gibi ekilmişti. On ay arayla aynı toprağa baş koymuşlardı. Biz dönerken babamın üzerindeki sardunya ve buz çiçekleri babam gibi yeni yerine alışmaya çalışırken, annemin başucuna dikilen servi yaşama iyice tutunmuş nazlı nazlı sallanıyordu.

Annem Servi Naz, mahcup gülüşlerinden biriyle buyur etmiş olmalı yarım yüzyıllık eşi Yaşar Asker’i. Şimdi ne zaman onları düşünsem bir Attila İlhan şiiri gelir kulaklarımın içinde örs, çekiç, üzengi düzeneğinden geçip salyangoza oradan beynimin kıvrımlarına ulaşır, gözümdeyse atkısını sol omuzunun üstüne atan Attila İlhan belirir “Ben Türkiyeli şair Attila İlhan” der. Ve ben şimdi ne zaman bir Attila İlhan şiiri okusam tombul parmaklı, yaz kış sıcacık eliyle adeta son sıcaklığını sırtımı sıvazlayarak bana aktaran, yaşamını ailesine adamış o iri yarı emekçi/emekli babam gelip gözbebeklerime oturur. Yanında anneciğimle…

Derin bir sessizliğin içinde onlarsız kalakalırım. Hem yetim hem öksüz…

Halit GÖKMEN

Cevap bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir