Pandemi günleri, hayata yaptığımız yolculuğu içimize doğru yönlendiriyor bu yüzden belleğimize sık başvuruyoruz. Geçmişte yaşadıklarımızı hatırlıyor, bu güne taşıyoruz.
İyileri anmak hoşumuza gidiyor, zihnimizin arkasına ittiklerimizle tatlı bir hesaplaşmaya giriyoruz… ” Hangi yaşta ölürsek ölelim, tamamlanmamış cümlelerimiz olacak” diyen Füruğ Ferruhzad’ un sesi kulaklarımızda çınlıyor sanki. Ben de bu gün, unutmakla hatırlamak arasındaki sarkaçta gidip gelen anılarımdan birini, “2011 Reşat Nuri Güntekin Edebiyat Günleri” ni paylaşmak istiyorum. Ne yapmışız, nasıl başlamışız?
İşte olanlar…
Etkinliği tanıtan kitapçıkla başlayalım:
Mottomuz “Edebiyat Özgürlüktür” cümlesi imiş, hemen alt başlık ise “Gelenekten Moderne…”. Bunlar kitapçığın daha kapağında yer alanlar. Etkinliğin yeni kurulan bir belediyede yapıldığı düşünüldüğünde iddialı bir başlangıç olduğu görülebilir. Hatırlayın, o tarihlerde mevcut hükümet yeni ilçeleri bölüp belediye sayısını artırma yoluna gitmişti. Bunlardan biri de Karabağlar’ dı. Etkinliğin adı ve çıkış noktası nedir? Diye soracak olursanız, hemen özetleyelim:
Reşat Nuri’ nin Dudaktan Kalbe romanını Karabağlar- Bozyaka semtinde geçiyor olması bu etkinliğin
esin kaynağıydı.
Etkinliği, Karabağlar Belediyesi ile Cumalı- Seferis Gökyüzü kültür ve Sanat Derneği birlikte planlamış ve gerçekleştirmiştik. O tarihlerde kültür müdürü olmam nedeniyle kitapçının giriş yazısını ben yazmışım. Oysa belediye başkanı da yazabilirmiş. Ahmet Hamdi Tanpınar’ ın Reşat Nuri’ yi “Sevgi ve şefkat duyguları ile insanların düzeleceğine inanan biri’ olmakla tanımladığı cümlesi ile başlamışım, giriş yazısına. O günlerde televizyonlarda dizi haline getirilmiş olan “Yaprak Dökümü” de bunda etkili olmuş belli ki! Bilindiği gibi, Reşat Nuri’ nin romanından aktarılan dizide, bir babanın çeşitli nedenlerle çözülen ve dağılan bir aileyi ayakta tutma mücadelesi anlatılıyordu. Aslında Reşat Nuri romanlarında insan ilişkileri, aile, aşk, şefkat gibi konuların yanında; ulus devletin olumlu yönde inşasına dönük bir siyasi misyonun var olduğu da sık belirtilir. Özellikle Yeşil Gece romanı buna örnek gösterilir. Aynı şekilde Milli Edebiyat ekolünden gelen Yakup Kadri ve Halide Edip’ de bu kategori içinde değerlendirilir.
Edebiyat eleştirmenleri, 1950’ li yıllara kadar olan tarihlerde roman, şiir ve tiyatroda, Cumhuriyete arka çıkan, bunu kendine siyasi misyon edinen bir tavrın belirgin olarak görüldüğünü bize söyler. 1950’ den sonra ise otoriter hale gelen siyasi yapının edebiyatla ve sanatla arası açılır adeta. Bu kez edebiyatta daha özerk bir duruş sergilenir.
Ulus devlete sahip çıkmanın yerini; bireye dönük kimlik sorunları, bunalımlar, şehirleşmenin ve modern yaşamın dayattığı sorunlar almaya başlar. Tabii burada uzun uzun edebiyatın bu sorunlarını anlatacak değilim.
Bu tartışmalar bitmez! Sadece bütün bunların etkinlikte tartışıldığını söylemem gerekir.
Reşat Nuri’ nin 1925’ de İzmir Bozyaka’ da yazdığı Dudaktan Kalbe romanında, yurt dışında mühendislik eğitimini almış Kenan’ nın Karabağlar- Bozyaka semtine gelişi, burada Lamia’ ya olan aşkı anlatılır. Kenan’ nın yaşadıkları, Lamia ile olan ayrılıkları bu aşkın mutlu bitmesine yetmez ve Kenan intihar ederek hayatına son verir. Roman bu trajik sonla biter. Ama okuyanlar görecektir ki daha onlarca konu romanda yer almaktadır.
Reşat Nuri, “ Teşrin-i evvel ortalarına doğru idi. İlk yağmurlar yağmış, göçler artık başlamıştı. Bağlarda sabahlara kadar veda eğlenceleri yapılıyor, çıralar yakılıp, çalgılar çalınıyordu. Buna rağmen Bozyaka’ ya ağır bir melal, işret ve ahenkle geçmiş düğün geceleri seherlerinin yorgun mahzunluğu çökmüştü.” Diye anlatır o günlerin İzmir’ ni ve tabii ki Bozyaka’ sını. (Sf.82.)
Bozyaka’ nın düğünlerden yorgun düşmüş halinin yanına, 1925’ li yıllarının pastoral güzelliklerini de ekler büyük yazar; semtin çitlembik ağaçlarını, üzüm, nar, incir ve diğer meyve ağaçlarıyla zengin dokusunu dile getirir. O tarihte bu semtin sakinleri az sayıda Girit’ ten gelen göçmendir.
Şimdilerde ise beş yüz bin nüfuslu kocaman bir şehir artık Karabağlar. Giritli olanlar Erzurum’dan, Kars’tan, Manisa’ dan ve diğer kentlerden gelenlerin yanında devede kulak bile değildir. Ya romandaki üzüm bağları, o yeşil doku? Kenan’ ın kemanıyla Lamia’ ya nağmeler gönderdiği bağ evi, köşkler? Bu gün Reşat Nuri aramızda olsa hüzünle bakar o bağların, çitlembik ağaçlarının, narların, incir ağaçlarının nereye kaybolduğunu herhalde bize sorardı. Çünkü bütün bunlardan bir tanesi bile yerinde değil! Kenan’ nın dut ağaçları arasından Lamia’ ya kemanıyla gönderdiği sevda nağmeleri? Uzak masallarda kalmış gibi. Kenan yaşasaydı kemanı bu gün eline bile almazdı.
Çünkü çıkan nağmeler apartman bloklarına çarpar geri dmnerdi. Peki, üzüm bağları, incir ve narlar?
Üzüm çoktan sizlere ömür, tek katlı evler varken gölgelik olsun diye dikilenler çok katlı apartmanlarla yarışamayınca kulvar dışı kaldı. İncir ağaçları ve narlar? Bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar var. Daha çok evlerin kuytu arka bahçelerinde olmak üzere.
Çitlenbik?
Onlar bir hüzün adası gibi kocaman gövdeleriyle hâlâ varlar.
Saysanız onu ya da on beşi geçmez, Bozyaka’ nın ana bulvarlarında, her nasılsa kalmış, yalnız, mağrur bekler dururlar.
Çitlenbikler de çınar ağaçları gibi bulundukları alana alabildiğince dallarını yayan, kol kanat geren cinsten.
Her nedense, Reşat Nuri’ nin çitlembik ağaçlarıyla, o giriş yazısında babamı kıyaslamış, ikisindeki hüznü de yazıya yansıtmışım.
Çitlenbik ağaçları, o koca ağaç; bir bulvarda, işlek bir yol kenarında, gelen geçene tepeden, vakur bakar durur.
Yerini bulamamış, binlerce aracının geçişinden rahatsız ve tedirgin…
Yalnızlık canına tak etmiş gibidir.
Tıpkı babam gibi…
Kendi yurdundaki atalarını, eşini dostunu bırakıp göçle buralara savrulmuş bir baba.
O da çitlembik ağaçları gibi; yerini bulamamış, tedirgin…
Yanımızda kaldığı sürelerde günün her saati Bozyaka’ ya inen, çitlembik ağaçlarının olduğu yerlerde belki bir iki hemşerisini bulurum umuduyla dolaşan biri…
Hemşerisini bulunca oraları konuşacak, hatıraların sıcaklığını bir nebze yaşayacak…
Acıdan, kahırdan beli bükülmüş her insan onda Erzurum’ dan gelmiş duygusunu uyandırmaya yetiyordu.
Hemen dostluk kuruyordu, eve davet ediyor, eskilerden kendi köyünden söz ediyordu.
Kendi köylüsü, köyüne yakın birisi aradıklarının en başında geliyordu.
Ne yazık ki bu arayış hiç mutlu sonla bitmezdi.
Çünkü buradaki insanlar hep aynıydı, kökleri sökülmüş, çınarlar, çitlembik ağaçları gibi içten içe kurumaya doğru koşar adım gidiyorlardı.
Çoğu kendi memleketlerini bırakmış, buralara gelmişti. Ne anıları, ne onları bu güne taşıyan bellekleri kalmıştı.
Dolayısıyla hepsi yaralıydı, birinin bir başkasının yarasına merhem olması mucize kabilindeydi. Zaten olamıyorlardı ki birkaç gün sonra babam sıkılmaya başlıyordu. Tıpkı çitlenbikler gibi… Kendi akranları olmayan, eşeyli sistemle çoğalmaları bile mümkün görülmeyen tek ve bir başlarına yaşamaya mahkum edilmiş, o eşşisiz ağaçlar gibi…
Babam mı? 2000 li yılların sonunda bu dünyadan göçtü gitti. Gurbette bir dost, bir ses bulurum umudunu hiç kaybetmeden. O umudu buldu mu? Sanmıyorum. O yüzden kırgın, hırçın, melül, mahzundu. Gelelim bizim etkinliğe… İşte yazı bu minval üzereydi, bir yerinde Reşat Nuri vardı, bir yerinde çitlembik ağaçları, bir yerinde babam… Hayatı görüyor musunuz, karmaşık, acımasız, ve hoyrat….
Ne dünyaymış be!…