imgelem ÖYKÜ KISA ÖYKÜ ÜZERİNE / AYDIN ŞİMŞEK

KISA ÖYKÜ ÜZERİNE / AYDIN ŞİMŞEK

Her Zaman Anlamak Mümkün Değildir!

Yakın dönem öykücülüğümüze derli toplu olarak yaklaşıldığında, bazı isimlerin geleneksel öykü çizgisini çeşitlendirirken, kimi öykücülerimizin de yeni anlamsal arayışlara ve söyleyişlere yöneldiğini görürüz. Bu yönelişin içerisinde de bir tür iç çeşitlenme göze çarpar. Dile ve dilin olanaklarına kurallarına bağlı kalarak yapılan arayışlarla, yine dile yaslanarak ama dilin yerleşik kurallarını neredeyse ters yüz ederek ortaya çıkan yönelişler dikkat çekicidir. Giderek görselleşen bir dünyada, yazının da bu tür değişimlerden etkilenmesi kaçınılmaz gözüküyor. Özellikle de öykü türünün yapısı gereği görselliğe uygun olması, öykü yazarlarını bilinçli bilinçsiz bu tür çabaya sürüklüyor.

Özellikle de bilişim teknolojisi ve yeni uzmanlık alanlarının çoğalmasıyla birlikte, hayata dahil olan yeni yaşam biçimlerini anlatabilmek, dilin eğrisinin yazarlar tarafından bireysel olarak yeniden biçimlendirilmesini zorunlu kılıyor. Geleneksel anlatı formlarının yerini, kimi zaman anlamakta güçlük çektiğimiz, çoğu zaman da sezgilerimizle anlatılmak istenene doğru yöneldiğimiz türler almaya başladı denilebilir.

Hemen her öykücü, önünde somut bir olgu olarak duran, bu çok girift hayatın tümünü bir anlatı biçiminin içeriğine sığdıramayacağını görüyor. Bu nedenle de öyküler de uzmanlaşmanın doğal bir uzantısı gibi, bütüne değil de bir parçaya, bir duruma yöneliyor.

Ekonomik ve siyasal küreselleşmenin ortaya çıkardığı yeni mekân kavramları da, yeni içerik ve biçim arayışlarını neredeyse zorunlu kılıyor. Geleneksel ahlak anlayışları aşındırıldıkça, kişisel özgürlük alanlarındaki yönelişler, alıştığımız değerlendirmelerle kavranamıyor. Bir yandan psikolojik yaklaşımlarla anlamlı hale getirilmeye çalışılan ve kişisel gelişim kitaplarının temel konularına dönüşen nedensiz davranışlar ve hiçlik duygusunun içkinleştirilmesi ve bu olguların birer davranış biçimine dönüşererek yaygınlaşması şaşkına çeviriyor bizleri.

Olağanüstü diyebileceğimiz, ya da salt fantastik kurgularda gerçekleşebileceğinizi düşlediğimiz şeyler birer birer olağan yaşamlar olarak karşımıza çıkıyor. Giderek şaşırma yetisini yitirirken, bunun yerine bizi aşırıya yöneltecek, aşırıda sınayacak olayların beklentisi içerisine giriyoruz. Olayların ve imgelerin hızına yetişmek olanaksızlaşıyor, bu nedenle de tarih bilincine dönüşecek deneyimler, bilgi birikimleri ve ölçütler oluşamıyor. Geçicilik duygusuyla genelleştirme bir arada aynı amaç için çalışıyor sanki. Hemen her şeye genel bir bakış açısıyla çözüm bulma çabamız, genelin geçerliğini de hemen devreye sokuyor. Hayatımızdaki şeyler bu genel geçerlik üzerine oturuyor. Kalıcılık duygusu siliniyor, anılar ve hatıralara ilişkin edinimler azalıyor.

Özellikle genişletilmiş sanallık ağı ile, kişisel hayatlar seyirlik haline dönüşürken mesafeler kısalıyor, nano ve piko teknolojilerin getirdiği yeni olanaklarla hayat bir yanıyla sıradanlaşırken, diğer yanıyla da yerleşiklik duygusunu yitiriyor. Folklorik ve geleneksel olan değersizleşiyor düşünsel ve yazınsal kaynaklara bağlanmak, bir geleneğe eklemlenmek anlamını yitiriyor. Her şey kendisi için amaç oluyor ve her amaç kendi alanına kapanıyor. Küresel ekonomi küresel krizlere neden olurken, üretim alanındaki aktörler de biçim değiştiriyor. Kol emeğine dayalı sanayiler yerlerini finans sermayesinin dayatıcı ve yönlendirici gücüne teslim ediyor, işsizlik aynı oranda küreselleşiyor. İş bulma eğilimi ve arayışları da küresel ekonominin dev çarklarında hemen herkesi yerinden ediyor. İş bulmak ve aramak artık ulus içinden çıkıp, büyük bir devinime dönüşüyor. Özgün ve özerk kültürler giderek melezleşiyor ve yeni hayatın rengine ait bir kavram ve kavrayış olarak melezleşme başatlaşıyor. Sermayeler melezleşiyor, diller melezleşiyor, davranışlar melezleşiyor, görüntüler melezleşiyor…

Yazılım geliştirme uygulamalarını tasarım, yapım, kodlama, test ve ayıklama aşamalarında yöneten, Uygulama Geliştirme Şefliği (Lead Applications Developer), Eposta ve grup sistemlerini kontrol eden Mesajlaşma Yöneticisi (Messaging Administrator), Organizasyon ile ilgili veri gereksinimlerini  analiz edip veri akışı için modeller üreten Veri modelisti (Data Modeler), Şirketlerin ağ teknolojilerinin günlük işlem ve bakımlarını yöneten, Ağ Yöneticisi (Network Manager), Bilgi Teknolojileri Denetçisi (Senior IT Auditor), Web Geliştiricisi (Senior Web Developer), İş Zekası Analistleri (Business Intelligence Analyst), Yardım Masası (Help Desk Tie), Ekip Danışmanları (Staff Consultant) vb. yeni tür meslekler, modernizmin neredeyse tüm elitizmini yerle bir ediyor.

Kesişme Metodu, Yansıma Metodu gibi yeni görme biçimleriyle üç boyutlu görüntülerin gündelik hayatımıza hızla girmeye başlaması da, alışık olduğumuz türden bakış biçimlerini değiştiriyor.
Artık hiçbir şey sadece kendisi değildir, kendisiyle birlikte daha fazlasıdır. Böyle olunca da, görünen gerçek ile algılanan gerçek arasında yeni bir boyut karşımıza çıkıyor. Buradan yola çıkarak üç boyutlu görüntülerin yansıtıldığı resimler, resimli kitaplar ve nihayetinde de üç boyutlu kurgular taşıyan yeni anlatı teknikleri deneniyor.

Bebek Patikleri için:
Ele avuca sığmaz bir yaramazlık…

Toplumsal hayat canlı bir süreçtir. Kendini sürekli yeniler, geleceği elinde tutmak için gözünü karartır bazen. Yerleşik olanları karşısına alır, değiştirip, dönüştürmek için geçmişiyle, şimdisiyle çatışmayı göze alır. Bir yandan elinde olanları yitirmemek için onları sınırlayıp, mülk edinebilmek için kurallar, yasalar oluşturur, diğer yandan da tüm bunlara karşın, yeni bir yaşam dalgası karşısında ağır ağır çözülerek yeni yaşam biçimine hazırlanır.

Bu durum hayatın her alanında görüldüğü gibi yazı-sanat hayatında da sıklıkla görülür. Bir dönemin çatışmalarla elde edilmiş seçkin yazı-deneyim ve değerleri de başka bir zaman diliminde yerini yeni biçemlere bırakır. Karşılaşılan yeni bir dalgadır. Bu dalga yerleşmiş olan her değere yönelir, her değeri ele geçirir. Diğer yandan toplumsal hayatın içerisine yerleşmiş ve uzun yıllar sonucu edinilmiş kurallar ve değerler de bu dalga karşısında tutunamaz. Böyle süreçler büyük alt üst oluş süreçleridir ve hemen her şey birbirine karışır. Kesif bir sis perdesi hâkim olur hayata. Yeni dalgaya-dalgalara hazırlıksız yakalananlar da sistem tarafından hızla ayıklanırlar.

Ekonomik politik anlamda 80’li yıllar, bir büyük dalganın tüm dünyanın ortasına düşmesi olarak yorumlandı. Siyasal ekonomik olgu olarak ortaya çıkan küreselleşme kavramıyla, onun kültürel refleksi olan post modernizmle karşılaşıldı. Aydınlanma Çağı ve geç kapitalizmin tüm birikimleri bu dalganın içinde ağır ağır eridi. Önce yepyeni hayat biçimleri öneren bu dalga karşısında uzun süren belirsizlikler yaşandı. Bu dalganın ürettiği, hatta dayattığı kavramların yanında yer alanlar da, onlara karşı çıkanlar da hazırlıksız yakalandılar. İlk yıllarda büyük bir panik yaşandığı bile söylenebilir.

Dalganın en yoğun olarak hissedildiği alanlardan birisi de hiç kuşku yok ki yazın ve düşün alanıdır. Aydınlar, sanatçılar, bilim adamları bu dalganın etkisi ve çekim alanı içerisindeler. Yaratıcı düşünceler üzerinden yıllar süren mücadeleler sonucu, toplumsal birer etik haline gelmiş olan evrensel değerler, yeni dalganın şiddeti altında giderek önemini yitirmeye başladı. İnsanlığın temel kazanımları sayılan, birer yazılı yapılı kültür belgesi olan birçok sanat kültür yapıtına bakış değişti. Romanda, öyküde, şiirde anlayışlar, algılar kendisine yeni olanaklar buldu. İnsandan ve toplumdan kopuş iddiasında bulunan yazı denemeleri çıktı ortaya. Bu denemeler epeyce de taraftar buldu kendisine. Yeni dalganın içeriklerinde yazı sanatını da yakından etkileyen, alışıldık yazı kültürünün yönünü değiştiren etkilerle karşılaşıldı.

Yeni dalga yazının ve yazıyla anlatmanın, yazıyla düşünmenin oluşturduğu birçok etik, estetik ve ideolojik boyutu da aşındırdı. Bir kısmını terk ettirdi, daha da terk edilecek alanların varlığını işaretliyor. Genel bir sonuç olarak yazının insandan, insani değerleri öncelemekten uzaklaştığı söylenmekte. Haklılık payı var, ancak yeni gelişmeler karşısında sürekli savunma psikolojisinde kalmak da doğru sayılmaz. Yazar yeni oluşumlar karşısında, toplumsal bireysel duyarlıklar açısından, yeni içerikler biçimler oluşturmayı göz ardı etmemelidir. Bilinir ki her yeni eğilim yıkıcıdır ama içerisinde yepyeni olanaklar da taşır. Onun yıkıcılığından kurtulmak için, içeriğinde taşıdığı yeni olanakları keşfe yönlenmek daha devrimci ve yararlı bir tutum olur. Hangi çağda ve hangi deneyseldevrimci atılım üzerine kurulmuş olursa olsun, hiçbir dönemde tam anlamıyla doğru ve doyurucu bir sanat tanımı da, anlayışı da kurulamamıştır.

Sanat yapılanması da insan gibi, canlı bir organizmadır. Her sanat yapıtı, üzerinde derinlemesine yapılan bir incelemede eksiklerini, kusurlarını ele verecektir. İdeal yapıt yoktur derken, bu organizmanın evriminin devam etmekte olduğunu söylüyorum. Ayrıca sanat organizmasının tek bir gerçeğe, sanatçı özneye bağlı oluşu, sanat nesnesinin varlığını da öznelleştiriyor. Bu durum kurulan yapılan yıkılan sanat anlayışının kendisini, başka her şeyden özgür kılar. Sanat ürününe sanat alımlayıcısını taşıyan da bu biricikliği ve her şeyden özgür olma halidir. Sanat yapıtının içerisinde kendine ait olmyan her şey, bu canlı sürecin sonunu hızlandırır. “Herhangi bir yapıtın içinde bulabileceğimiz yanlışlar, yararsız bölümler, kendi malı olmayan bölümlerdir” diyor E.Ionesco.

Yeni dalga gelip yazı hayatımızı da buldu, etkiledi, yeni içerik ve biçimlerin arayışına soktu yazarları. Şiiri dışımızda tutarsak; dış gerçeklik öykünün ve romanın dinamosuydu. Tanıklıklar, hatıralar, anılar, uzun anlatılar içerisine yayılmış tasvirler, ayrıntılar, derlemeler, yaşanmış olayların başka ağızlardan aktarılması ve bunların yazar tarafından biçimlenmesi gibi daha birçok olay bağlamında değerli görülürdü öykü ve roman.

Öykü tarihi uluslaşma tarihi içerisinde yer bulur kendine. Kapitalizmin, dolayısıyla bireyselleşmenin ürünü olan öykü, modern zamanın kısalttığı zamana ve insanların giderek şikayet ettiği zamansızlığa yanıt veren, uygun bir biçimdir. Kapitalist modernleşme sürecinin sonucu olan “zaman darlığı, zamansızlık” öykü gibi oldukça etkin ve pratik bir anlatıyı da öne çıkartır. Feodal üretim ilişkileri içerisindeki zaman kağnı tekerleğinin dönüş hızı kadar ağır ilerliyordu, bu bol zamanlarda masallar, meseller, hikaye anlatıcıları anlamlıydı. Burjuva sınıfının doğuşu ve geç kapitalizmin tüm Avrupa’dan dünyanın diğer bölgelerine yayılmasıyla birlikte, zaman hız kazandı. Özellikle teknikteki ilerleyiş, yeni kıtaların keşfi insanoğlunun yaşam alanlarını genişletti. Bu alanlarda oluşan yeni ilişkiler, iş bölümleri de zamanın kısalmasına neden oldu. Artık zaman daha hızlı ilerliyordu, hızın anlatı sanatına yansıması da kaçınılmaz olacaktı. Yeni durum yazılı anlatıların giderek kısalmasına neden oldu.

Uzun soluklu anlatımlara olan ilginin zaman içerisinde azalmasının nedeni sanayi toplumudur. Sanayi toplumuyla birlikte, birçok olayın hayata akmaya başlaması, o döneme kadar kendi kurallarını oluşturmuş olan etik alanını da zorlamaya başlamıştır. Artık ayıp, günah, suç sayılabilecek olaylar, gündelik hayat içerisinde sıklıkla karşılaşılan olaylar halini almıştır. Bu denli parçalı akışın içerisinde, bir bütünün anlatılması yerine her parça üzerinde durmak, parçalardan oluşan anlatı biçimi geliştirmek de zorunlu olmuştur. Önceleri kısa roman (novella) olarak karşımıza çıkan anlatı tekniği, giderek içerik biçim olarak öyküye dönüşmüştür.

Öykü sınıfsal bir anlatı biçimidir ve yoğunlaşmış bir gücü vardır. Gücünü kendi biçeminden alan bu tarz, dile tam olarak egemendir ve her yönüyle sosyolojik politik bir anlatı üzerine kurulur. Örneğin; Anton Çehov neredeyse tüm öykülerinde soylu sınıfın çöküşünü ve yeni bir kimlik olan bireyi ve onun ruh hallerini kısacık metinlerle, ama dil derinliği içerisinde, anlam katmanları oluşturarak anlatır. Kafka’da bulunan umutsuzluk aslında umutsuzluğun bir otopsisidir. Sanayi toplumunun yükselmesiyle ortaya çıkan, yeni içerik ve biçimler geleneksel ahlakı çökertirken, bunun yerine konacak değerlerin oluşmadığı bir yaşam biçiminde, bireyin yabancılaşmasına değinir Kafka. Bireyin ruhsal çöküntülerine işaret ederek, modernizmin yabancılaşma olduğunu duyumsatır. Diğer yandan Charles Dickens, yeni sınıflardan olan işçi sınıfını öykülerine taşır. İngiliz işçi sınıfının hallerini anlatı sanatı için değerli bulur. Daha birçok yazar, toplumsal hayatı yeni biçim içerisinde kurgularlar.

Kapitalizmin inşa süresinin iki önemli evresi olan, 1. ve 2. Dünya Savaşında, burjuvazinin kendi elleriyle inşa ettiği değerler çöker. Bu savaşlar, kapitalist ülkelerin, dünya egemenliği için kıyasıya rekabetidir. 1900’lü yıllardan başlayarak büyük acılar yaşanacaktır. Özellikle iki paylaşım savaşı, tam bir vahşete dönüşecektir. Öyle ki; “Yeni doğum yapmış bir annenin çocuğunu emzirmeden kaç gün yaşayabileceğini öğrenmek için memelerinin bandajlanması”, ya da krematoryumlarda günde sekiz bin insanı yakarak yok eden etnik ayıklama, olağan örnekler sayılacaktır. Avrupa faşizmle tanışırken, 20.yy. başlarında sosyalizm, monarşi ve demokrasi ilk kez bir arada görülecektir.

Bu dönemde sanat yeni arayışlar içerisindedir. Yazı da kendisini bu yeni oluşum karşısında, yeni içerik ve biçimlerle ortaya koyma çabasına girer. Fütürizm, Dadaizm, Sürrealizm gibi sanat anlayışları ortaya çıkar. Önceleri hemen hepsi kapitalizmin büyük yıkımına karşı bir tepkidir, sonraları farklı konumlarda seyrederler. Örneğin, İtalyan Fütüristleri tüm Avrupayı kasıp kavuran faşizmin yanında saf tutarlar. Manifestolarında, “En büyük hijyen savaştır.” diyeceklerdir. Rus Fütüristleri ise kapitalizme ve faşizme karşı ideolojik bir cephe örgütleyen komünistlerin yanında yer alarak, sosyalist devrimi alkışlarlar. Bu gelişmeler, içerik ve biçimi de yeniler, yazının işlevselliği üzerine ciddi çalışmalar başlar. Gerçekçilik, Eleştirel Gerçekçilik, Sosyalist Gerçekçilik kavramları da sanat anlayışı kavrayışı olarak tüm dünyada ses getirir. Varoluşçuluk, Biçemcilik gibi sanat anlayışları giderek etkinlik kazanır. Anarşizm ve Psikanalizim yeni anlam ve yazım olanakları açığa çıkartır.

Sanayi toplumuyla birlikte başlayan düşüncede yaratıda bireyselleşme, dile yeni zenginlikler kazandırır. Dil sadece dış gerçeğin oluşturduğu zihinsel algılarla sınırlamaz kendini, deneysellik giderek güç kazanır. Yazıyı oluşturan geleneksel kuralların yerine, her yazar kendisi için kurallar oluşturma çabasına girer. 1960’lardan sonra ise neredeyse günübirlik sanat anlayışları ve bunların manifestoları yayımlanmaya başlar.

1980’lerden itibaren, kapitalizmin küreselleşme sürecine girmesiyle birlikte, yalnızca ekonomiler, politikalar arasındaki sınırlar değil, yazı disiplinleri arasında da sınırlar aşınmaya başlar. Hemen her şeyin hıza teslim olduğu bir çağda, klasik anlatı biçimlerinin bu hızı yavaşlatması ya da bu hıza karşıtlık yaratması beklenemez. Yazın türleri arasındaki disiplinlerin giderek çözülüşü, türler arasındaki yakınlaşmalar şaşkınlığa, yer yer de bocalamaya neden olur. Öyle ki şiir ve öykünün yapısal niteliklerine karşın, “şiirsel metin” ya da “şiirsel öykü” denilmekte, diğer yandan “öyküde şiirsellik” gibi bir söylem olağanlaşmaktadır.

İlginç bir dalgayla karşı karşıyayız. Bu dalga yazının bugüne kadar oluşmuş etikestetik kurallarını aşındırıyor. Kimi alışkanlıklarımızı, değerlerimizi elimizden alıp götürürken (götürdüklerinin bir kısmına gerçekten de ihtiyacımız yok), diğer yandan da hiç denemediğimiz, düşünmediğimiz olanakları sunuyor. Bu olanaklardan birisi de, klasik anlatının yanına yerleşen, onun kimi kurallarını zorlayan Durum anlatısı, ya da Kısa öyküdür.

Klasik anlatımın boyutları, süslemeleri, ağdalı dili, uzun tasvirleri ve dış gerçekliğe olan bağımlılığı nedeniyle, hız karşısında tutunması zorlaşıyor. Çünkü klasik anlatının metin içi dinamikleri, küreselleşen dünyanın mikro parçalarından oluşan işleyişini, bu işleyişin süreçlerini yeterince kavrayamıyor. Klasik anlatı olayı ve bütünü önemsiyor, oysa hız parçacıkların birlikteliğinden alıyor gücünü. Bağımsız ama aynı amaçlar için işleyen milyonlarca parça söz konusu. Klasik anlatı gücünü hızdan alan küreselleşme karşısında, karşıt bir hızla hareket etme olanağı vermiyor. Oysa, Durum anlatısında ya da Kısa öyküde işlevsel bir parçayı önüne koyuyor yazar. Bu parçanın işlevini ölçüp biçiyor, onu devre dışı bırakmak için, virüs gibi sistemin içine giriyor ve belleği karıştırıyor. Hızın önerdiği ya da küreselleşmenin geçerli saydığı şeye aynı hızla saldırıyor, üstelik gücünü saldırdığının içeriğinden alıyor. Yani hızdan. Şaşırma yetimizi bize yeniden kazandırıyor, olağan dışılığı dürtüyor, sürprizlere açık olmamızı sağlıyor, dahası “Kral çıplak!” diye bağırmamıza olanak veriyor.

Günümüzde genelde yazı, özelde de öykü iki kanaldan akıyor. Bu kanallar giderek çoğalacak gibi gözüküyor. Yeraltında şimdiye kadar hiç alışık olmadığımız birikimler oluşuyor. Fanzinler ise parlak günlerini yaşıyor. Bunların yazının içerisine akacağı ve yeni deneyselliklere bizleri taşıyacağı gözüküyor.

Klasik yöntemle yazan, anlatımcı tarzı tek bir tarz olarak görmeyi sürdüren yazarların kuşkuyla baktıkları, “Durum anlatıları”, ya da “Kısa öyküler” çoğu kez olay örgüsüne gerek duymayan şok dalgalarıdır.
Gerek klasik yaklaşımlar, gerekse “durumlar” tür olarak edebiyat hayatımızın zenginliğidir. Birini diğerine karşıt olarak algılamak, ya da birini diğerinden üstün tutmak gerekmiyor. Her iki anlayışla da ortaya konulacak ürünlerde aslolan dildir. Edebi ve estetik bir dil inşa etmektir. Hangi tür metinde olursa olsun (politik, sosyolojik, psikolojik vs.), metinlerin asıl işlevi, hayatın taşıdığı ayrıntıları görünür kılmaktır.

Günümüzdeki –şimdilik geçerli olan– öykü anlayışını oluşturan unsurlara, tanımlar düzeyinde yaklaşmak yararlı olmaz. Artık çok daha iyi biliyoruz ki hem bizde, hem de dünyada birçok yazar deneysel çalışma yapıyor. Bu metinlerin protest ve çok katmanlı yapısı ilginç kılıyor anlatıyı. Yazı da giderek gündelik anlamdan koparak, iyice kendi olma halini dayatıyor. Artık bir metni okurun anlamaması, metnin değil okurun sorunu olarak değerlendiriliyor. Metin okurdan uzaklaştıkça, bu durumun okur için düşünülmüş bir iyilik olduğu anlam kazanıyor. Metin gücünü anlatı ve açıklamalarında değil, kendini kendi içerisine kodlamasından alıyor. Her yazar kendi kurallarını aktarıyor metne ve her metin kendi kurallarıyla önem kazanıyor. Ortalama beğeni yerine, dili ve derinliği bilen, duyumsayan bir azınlık istiyor yazar. Böylelikle dış gerçeklik ve dışsal kurallar önemsizleştiriliyor.

Yazar yarattığı metnin içerisinde kaybolarak, metnin yapısına taşıdığı çatışmalar ve çelişkileri bir dil içerisinde örgülüyor. Metnin tümünde konu, durum, anlam, dil gibi yapılar bağdaşıklık içerisinde bulunuyor. Bunlardan birine yeterince emek verilmediğinde hem yazar, hem de okur açısından metin bağdaşıklığını yitirip, estetik açıdan kolaycılığın, anlaşılabilirliğin içerisine yuvarlanıyor. Bir örnek olarak Macar yazar-öykücü olan Istvan Örkény, deneysel diliyle oldukça ilgi çekmektedir. Bir öyküsü şöyledir:

Yurttaşlar

“Bu küçük bir bedensel engelle doğan daireyi
kim teselli edecek?”

Bu öykünün ne anlattığı üzerinde çok yönlü tartışma  yapma şansımız var. Politik bir metinle karşı karşıya olduğumuzu, metnin başlığı duyumsatıyor. Toplumsal uyumsuzluğu da imlemesi, “birey”le ilintili bir alanı da çağrıştırıyor. Diğer yandan kaderci bir metinle de karşı karşıya olduğumuzu düşünebiliriz. Engellilerin hayatına ve bu hayata kendince anlam yükleyen toplumun trajedisine de ışık tutuyor olabilir mi? Ya da metnin iç dinamikleri okurun yüklediği anlamlardan hiçbiriyle ilişkili değildir de, yazar metni boşluğa bırakmıştır. Her okur için ayrı bir anlam taşıyan bu metin, ortak bir yazı modelinden uzak tutuyor bizi. Tek bir formun tekerrüründen koruyor. Bu tür metinler katmanlı metinlerdir, anlam algımızdan çok, sezgi alanımıza yöneliktir.

Görülüyor ki tüm tanımlar bir sınır getiriyor. Ama tanımlar  yapmadan da etik ve estetik alanlar belirginleşemiyor, disiplinler kurulamıyor. Öyleyse şimdiye kadar oluşmuş ve geçerlik kazanmış tanımlamalar bir deneyimin sonucudur denilebilir. Deneyimlerimiz ise sadece anımsatmadır. Bugün yapacağımız deneysel çalışmalar da, kendi zamanı içerisinde yeni sayılırken, başka bir zaman kavramı içerisinde sadece bir deneyim ve anımsatma olarak kalacaktır.
Rollo May’ın söylemiyle, “Cesaret varlığımızda esastır.”

Aydın ŞİMŞEK

(“Bebek Patikleri: Ele Avuca Sığmayan Bir Tür: Kısa Öykü “adlı kitabından)

Cevap bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir