Kalabalığı taşıyan otobüsleri geride bırakmışlardı tek tek. Siyah bir arabayla geçiyorlardı, çam ormanının içinden. Keskin dönemeçlerde aynı şeyi düşünüyorlardı. Yaşamın dönüm noktaları gibi… Keskin ve etkili. Yokuş aşağı inmekse, sona yaklaşmak gibiydi.
Suskundular. Dördü de suskun. İçlerini oyan acı savruluyordu dağlarda, taşlarda. Bugün bir kişi daha eksilmişlerdi. O kuşaktan kala kala bir avuç kalmışlardı. Oysa bir zamanlar ne kadar çoklardı.
Aynı yolda yürümüşlerdi. Ekmek bölüşmüş, aynı kaptan çorba içmişlerdi. Benim senin diye bir şey yoktu aralarında; “Bizim,” derlerdi. Dar ve zor günleri paylaşmışlardı. Kardeşten öte bir yakınlıkları vardı. Yalanı, yanlışı hiç sokmamışlardı aralarına. İhanet etmemiş, dönmemişlerdi “ortak kaderimiz”, dedikleri yoldan…
Arabanın içindeki keskin sessizliği Arif bozdu.
“Sohbetine de doyum olmuyor Selim. Konuşsana.”
“He ya, sohbetime doyum olmaz.”
Direksiyonda oturan Sinan, uzun bir solukla iç çekti. Konuşacak çok şey var ama bir o kadar da yok der gibi. Aydanur, Selim’in terden ıslanmış şapkasını evirip çeviriyordu elinde. Utanmasa şapkayı yüzüne kapayacak, kokusunu içine çekecekti, derin derin. “Hiç bitmese,” dedi içinden. “Hiç bitmese bu yolculuk. Zamanı bulutlara asabilsem ”
“İşte böyle,” dedi Arif. “Bugün bir kişi daha eksildik.” Başını arkaya çevirerek; “Selim sana söz, benden önce ölürsen beş kişiyle geleceğim, son buluşmaya, son görevime.”
“Ben de”, dedi Sinan.
“Belli olmaz, belki de siz benden önce gidersiniz. O zaman da ben size gelirim beş kişiyle”, dedi Selim. Aydanur’un yüreği çatlayacak gibi oldu. Ani bir hareketle, kolunu Selim’in beline doladı.
“Siz neler konuşuyorsunuz? Başını alıp gitmek, sorumluluklardan kurtulmak kolay değil mi? Giden gider de, kalan nasıl yaşar? Hiç düşündünüz mü?” dedi.
“Benim gidişim kolay olur”, dedi Sinan. “Geride ağlayanım olmaz.”
“Benim gidişim de zor olmaz. Oğlan başının çaresine bakabilecek yaşta. Karı da bir süre sonra alışır. Hem bunca sene usanmıştır benden. Belki de rahat eder”, dedi Arif.
Selim, “Topu bana atıyorsunuz”, dedi gülümseyerek, biraz da alaycı bir tavırla. Maksadı havayı yumuşatmaktı. Acı, biçim ve renk değiştirerek, hepsinin de en derin hücrelerinde kol geziyordu. Başka şehirlerden, başka başka ülkelerden gelip toplanmışlardı bugün.
Özgür memleket ve insanca yaşam düşüncesi, doğdukları topraklardan koparmıştı onları. Şairin dediği gibi, ‘kökleri topraktan ayırmak…’ ölümün diğer adıydı onlar için. “Eylül sürgünü!” daha birkaç sene önce bitmişti.
Konuşmalar devam ederken, Aydanur’un gözyaşları süzüldü yanaklarından. Selim ile en son görüşmelerini hatırladı. Bir yıl önceydi. Aylardan Eylüldü yine.
Selim telefonda, “Evde misin?” dediğinde, eli ayağı birbirine dolaşmış, ne yapacağını bilmez bir halde heyecandan uçmuştu. Biliyordu ki bu sözcük, “sana geleceğim” demekti. Apar topar düzeltmişti ortalığı. Banyodan çıkmadan kapının zili çalmış, havluya sarılı yakalanmıştı Selim’e. Nasıl da sarılmışlardı kapının ağzında…
Selim’in yapış yapış terini nasıl da öpmüştü. Ten tene dokunduğunda ikisi de ölecek gibi olmuştu. Soluksuz! Yağmurun toprağa kavuştuğu gibi…
Alev alev yanan oda, bir süre sonra sönmüş, sessizlik çökmüştü. Dakikalar sonra fark etmişti Selim’in gözlerini kaçırdığını. “Kim bilir hep böyle hatırlamaktan, kendine yenik düşmekten korkuyordur” diye düşünmüş; sormuştu Selim’e.
“Niye gözlerini kaçırıyorsun?”
“Kaçırmıyorum, bak!” demiş, göz göze çok derinlere, çok uzaklara gitmişlerdi. Sonra, Selim göz kapaklarını yavaşça indirip, Aydanur’u hapsetmişti gözlerinde. Aydanur ise, usulca başını bırakmıştı Selim’in göğsüne…
Hiç kimse onun kadar sevmemişti Selim’i. Hiç kimse onun kadar yol beklememişti, “dönecek!” diye.
“Arkadaşım hastanede yatıyor, yanına gideceğim”, diye kalkmıştı yataktan Selim. Eline telefonu alıp, Aydanur’un fotoğrafını çekmeye başlamıştı. Aydanur, “Ne yapıyorsun? Çekme, dur!” demişti.
“Özledikçe bakarım güzel gözlüm, özledikçe bakarım.”
Ayrılırken bir eli kapının kolunda, bir eli Selim’in boynunda, bir daha öpmek, bir daha öpmek, bir daha sarılmak isteğini yenememişti. Kapı açılıp kapanınca, uzunca bir “oof”la bırakmıştı kendini. Bir rüyadan uyanmış gibiydi. Ruhunun huzur bulduğu bir rüya. Uyanmak istemediği bir rüya.
Selim ise otobüs beklerken durakta, şapkayı gözünün önüne indirmiş, çektiği fotoğraflara bakmıştı.
“Kim bilir ne kadar çok bakacağım bu fotoğraflara. Baktıkça çoğalacak, büyüyecek özlemim. Kim bilir ne düşler kuracağım! Çaresizliğin içinde kaybolacağım. Yüreğim bir tutam ot olacak! Ve yine teselliyi kendimde bulacağım. Eylül’de, Eylül’de kavuşmak var!” diye düşünmüştü.
Yüreklerindeki sevginin tarifi mümkün değilken, bir araya gelmeleri bölük pörçük zamanlara gebeydi. Yaşananlar da bölük pörçük zamanlarda gizliydi…
Sinan’ın, “Önce Aydanur’u bırakalım gideceği yere,” demesiyle irkildi Aydanur. Etrafına baktı. Şehre girmişlerdi. Ne çabuk geçmişti zaman!
“Sizi yolunuzdan alıkoymayayım. Ben giderim gerisini” dedi. Tokalaştı. Güzel dileklerde bulundu. “İşiniz rast gelsin” dedi. Bir tek Selim indi arabadan, sarıldı. Sarıldılar! Sarsıldılar! Ayrıldılar!
Gebe hayat, yeni ayrılıklar doğurmuştu!
(Düş/görüş)
Ayşe Kaygusuz Şimşek