Attilâ İlhan’a karşı biraz önyargılı mıydım? Evet, öyleydim. O yıllarda bilir bilmez bir “sentez” lafıdır dolaşıyordu ortalarda. Ben ve benim gibiler, o “sentez”in nemenem bir şey olduğunu bilmeden konuşup duruyorduk. Nitekim tam da o sıralarda Ulusal Kültür Savaşı adlı kitabı çıkıp geldi. Yarım yamalak okuyup birkaç soru hazırladım, yanıtlaması için gönderdim. Yanıt gecikmedi. Aman tanrım, yerden yere vuruyordu beni. Yok efendim, ben o kitabını gerçekten okumuş muyum? Yok efendim, okumuşsam neremle okumuşum? Meğer havlularla çarşafları karıştırmışım. “Yavaş gel Yavaşlı!” filan… Zamanın Nokta dergisine bile konu olmuştuk: “Attilâ İlhan’la (aman) Tartışma” diyerekten. O sıralar yaşım olsun olsun 32-33 filan. Burnumdan kıl aldırmadığım zamanlar yani. Vay sen misin bana böyle aşağılayarak yanıt veren; ben de Dönemeç’te verdim veriştirdim, “Hangi Attilâ İlhan?” diye.
Çok geçmedi, Dönemeç’in sahibi ve yönetmeni H. Yurttaş’la birlikte İstanbul’a gidip özellikle Attilâ İlhan’ı ziyaret ettik. O zamanlar CÖNK diye bir derginin başındaydı ve bana da “Tele-İzmir” diye bir köşe açmıştı. Tabii bu durum birçoklarını şaşırtmıştı. Öyle ya, o kalem atışmasından sonra kimse kimsenin yüzüne bakmaz artık, diye düşünülüyordu. Oysa ben, onun o şekilde yanıtladığının nedenini hiç gecikmeden anlamıştım. Aslında beni yanıtlar gibi görünüp kendini aydın, ilerici, solcu filan zanneden “Tanzimat entelektüelleri”ni eleştiriyordu.
Cağaloğlu’ndaki elips masanın etrafında onun dışında H. Yurttaş ile ben, ayrıca Alev Alatlı, Ülkü Karaosmanoğlu, Piraye Şengel, Esra Zeynep vardı. Tarih, 1 Ekim 1989’du. 16 yıl sonra öleceğini kim bilebilirdi ki! Bana, bir sorum üzerine, “Önümdeki zaman arkamdaki zaman kadar değil Yavaşlı,” dedi, sonra Türk aydınının iki sorunu var ve çok önemli diyerek ekledi: “Biri kültürsüzlük, diğeri alkol.” Sohbetin ilerleyen bir yerinde, romanlarınızdaki “tip”lerin birçoğu cinsel açıdan sapık, hatta sizin için de… deyip durakladım, gerisini getiremedim. Gülümsedi. “Yav,” dedi, “Agatha Christie de katil miydi yani?” “Haa, bir de şöyle bir rivayet var,” dedim, “güya Bıçağın Ucu adlı romanınızı beğenmeyip altı kez yazmışsınız.” “Yoo,” diye itiraz etti. “Bak Yavaşlı, ben her gün bir sayfa yazarım, ama her gün yazarım. Bu da yılda 365 sayfa eder. Sence yetmez mi?”
10 Ekim 2005 gününün akşamı telefon edip aradım. Defalarca aradım. Açmadı. Meğer o saatlerde fenalaşmış, hastaneye kaldırılmış. Ardından öldüğünü duyduk. Sonraki günlerim hiç iyi geçmedi. Kötü günler geçirdim. Aynı yılın Mart başında annemi kaybetmiştim. Onun acısı bitmemişken… Nitekim 11 Kasım 2005 günü aort damarımın patlaması sonucu… Neyse, gerisi benim sorunum.
Böyle işte: Biz, ustalardan öğrenmeye baktık. Edebiyatın “edep”le başladığına inandık önce.