imgelem DOSYA Doğum Gününde Anılarla Hüseyin Atabaş Dosyası

Doğum Gününde Anılarla Hüseyin Atabaş Dosyası

Yitirdiklerimizi ölüm ve doğum yıldönümlerinde anmak, bir vefa göstergesi ve hüzünlü bir alışkanlık. Ankara’nın hatırlı, kadirşinas şair abisi Hüseyin Atabaş, 10 Temmuz  1942’de yani bu gün doğdu.  İmgelem olarak, yakın dostlarının kaleminden, Doğum Gününde, Anılarla Hüseyin Atabaş dosyası hazırladık. Hüseyin Atabaş’ı saygıyla anarken, bu dosyanın hazırlanmasına katkı sunan şair ve yazarlara teşekkürü borç biliyoruz.

ŞİİRİ GİBİ SAYDAM BİR OZANDI ATABAŞ  /   ATTİLA AŞUT

“Beklemekle geçiyor kısacık ömrüm benim,
beni doğuran kadın, duldasında koruyan ülkem,
umudum olmasaydı dinmezdi içimdeki fırtına
gökyüzünü bunca zamandır onaran anne!…”
 
Hüseyin Atabaş

İncelikli duyarlıkların bilge ozanı Hüseyin Atabaş da uçup gitti aramızdan!
Türkçenin emekçisi, şiirimizin gürültüsüz sesiydi o…

Son zamanlarda sayrılıklar iyice bükmeye başlamıştı belini. Acı çekiyor, sürekli sağaltım görüyordu. Geçen yıl 27 Şubat’ta ölüm haberi geldi. Kabullenmek çok zordu bizim için. Yüksel’de, Konur Sokağı’nda bastonuna dayanarak ağır ağır yürümeye çalışan, Mülkiye Kafe‘de dostlarıyla söyleşirken gözlerinin içi gülen o çelebi insanı göremeyecektik artık!

* * *

Biz Atabaş‘la gençlik yıllarımızda Ankara’yı yurt edinmiş iki “Trabzonlu Delikanlı” idik. Kıyı dergisindeki bir yazısında, “Attila Aşut dostumu, 1963-1965 yılları arasında iki yıl kaldığım memleketim Trabzon’dayken tanımıştım” dediğine göre, en az 57 yıl öncesine dayanıyor dostluğumuz. Sevgili Atabaş‘la onca yıl hiç kopmadık birbirimizden. Birlikte gezilere çıktık, etkinliklere katıldık. Edebiyatçılar Derneği adına Sivas Kitabı’nı hazırlarken de yine birlikteydik.

Evet, hemşeriydik ama karakterimiz biraz farklıydı. O, çok yumuşak huylu bir Karadenizli idi; kolay kolay öfkelenmezdi. Sinirleri alınmıştı sanki. Sessizliği, dinginliği şaşırtırdı bizi. Ortak dostumuz Ahmet Özer de gömütü başında konuşurken, “Bir Trabzonlu olarak bu kadar sakin olabilmesine hep şaşmışımdır” demişti haklı olarak. Atabaş‘ın çok sevilmesinde, kuşku yok ki onun bu yumuşak tabiatının payı büyüktü…

* * *

Hüseyin Atabaş, şiirle ortaokul sıralarında tanışmış, ilk şiirlerini lise yıllarında yazmaya başlamıştı. Ne var ki okulda âşık olduğu kıza yazdığı şiirler bir işe yaramayınca, 22 yaşında, ailesinin seçtiği biriyle “evlendirilmiş”ti! Sonrası uzun hikâye!

Atabaş, şiirin karın doyurmadığını bile bile, yine de vazgeçmemişti büyük tutkusundan. Suna Dündar’la yaptığı söyleşide, bu çelişkili durumu ironik bir dile şöyle anlatmıştı:

“Benim şiir yolculuğum dokuz yaşımda başladı sanıyorum ve on dokuz yaşıma kadar gizli olarak sürdü. 1961 yılında ilk kez bir şiirime mürekkep kokusu bulaştı ve hâlâ o kokuyu soluyorum, iyi mi? Oysa aklı başında ve Karadenizli biri olarak müteahhitlik yapmam gerekmez miydi?…”

Böyle söylese de onun biricik sığınağıydı şiir. Hem de cebinde bir şiirle ölmeyi mutluluk sayacak kadar:

“Zaman aşka duruyor bendeki senle / Artık ölebilirim, bir şiir var cebimde”…

* * *

Atabaş, ilk şiir kitaplarını 1970’lerde yayımlamaya başlar. Gelecek ve Yanarca’da, o yılların devrimci havası belirgindir. Toplumcu-gerçekçi genç bir ozanın tarihe tanıklık ettiği ve dönemin ruhunu yansıttığı, genellikle yüksek sesli şiirledir bunlar. İlerleyen yıllarda, şiirindeki devrimci / siyasal söylemin yumuşayıp inceldiğini görürüz. Metin Altıok, “Şiirinde kendini inceliklerle donatmış bir adam” der Atabaş için ve ekler: “Bütün incelikler gibi sessiz ve fark edilmeyi bekleyen bu adam elbette hüzün taşır yedeğinde.”

Öyle sarp kayalardan, yüksek koyaklardan gürültüyle dökülmez Hüseyin Atabaş’ın şiiri. Alt sularda derinden akan bir ırmak gibidir. İnsanın içini erinçle dolduran, ipeksi bir yumuşaklıkta yol alır. Yalın, duru, dingin ve yormayan bir şiirdir. Bir yanıyla “saydam”, bir yanıyla “gizli” bir şiir…

“Şiir, asıl söylenenin, yani görünürdeki sözün ötesinde olan bir söz (dil ve düşünce) sanatıdır” der. Onun anlatımıyla sürdürürsek şöyle bir şiir tanımı çıkar karşımıza:“Şiir, kişinin her türlü yabancılaşmadan kurtulmasının yolunu açar. Sözün özü; edebiyatın bir dalı olan şiir, dünyayı değiştirip dönüştürmeyi amaçlar ve dolayısıyla insanları ortak bir duyarlılık potasında buluşturmaya yarar.”

Uzun şiir yolculuğunda “aşk” olgusuyla bitmez tükenmez bir sorunu vardır Atabaş’ın. Bu izlek, en geniş bağlamıyla şiirinin merkezinde yer alır. Aşkı yalnızca platonik bir duygu olarak görmez. Onun şiirinde tensellik ve kösnüllük de aşka içkindir. Çünkü aşk, “iki insanın duyarlıklarının buluşma isteği” ve de “bedensel-zihinsel birlikteliği”dir ona göre…

Ne ki hep ezik, ürkek, çekingen bir duruşu vardır “aşk bahsi”nde. Sürekli diken üzerindedir sanki. Reddedilmenin tedirginliğini taşır yüreğinde. O yüzden her daim ölçülü, dengelidir. “Aşk, saptığımız incecik bir patikadır!” der; boş umutlara, sınırsız beklentilere kaptırmaz kendini. Son kitaplarından birine ad olarak seçtiği “Yorgun Denge”, onun bu ölçülü sevi anlayışının dışavurumudur bence.

İnsan sevgisiyle dopdolu, umutlu ama aynı zamanda hüzünlü bir ozandır Atabaş. Hüznünün temelinde ise yine insana ve topluma değgin sorunlar vardır. “Hiçbir anlamı yok yeryüzünün / kaldıysa insana değgin bir tek acı” derken anlatmak istediği de budur.

Onun toplumsal duyarlılığını “Anafor” adlı şiirindeki şu dizeler ne güzel yansıtıyor:

“Ben memnuniyetsiz adamın biriyim ya / nerede bir güzellik görsem / dünyaya erken geldiğimi düşünüyorum”.

Hüseyin Atabaş, Yorgun Denge ve Çıplak Su adlı kitaplarında, “ustalık dönemi” şiirlerini sundu bize. Umudu, özlemi, seviyi, yalnızlığı ve hüznü harmanladı bir güzel. Yani insana özgü ne varsa onları bulduk dizelerinde:

    “Beklemekle geçiyor kısacık ömürüm benim,
     beni doğuran kadın, duldasında koruyan ülkem,
     umudun olmasaydı dinmezdi içimdeki fırtına
     gökyüzümü bunca zamandır onaran anne!..”

* * *

Elli yıllık şiir işçisi Hüseyin Atabaş, aynı zamanda iyi bir deneme yazarıydı. Dil, sanat, poetika ve estetik ağırlıklı yazılarını topladığı Kale ve Bozkır (1994), Özgürlüğün Geldiği Gün (1999), Türkçe Yaralı Dilim (2003), Dünyada Kimse Var mı? (2007), Dilin Gizilgücü (2009), bu bağlamda önemsenmesi gereken yapıtlarıdır.

Ölümünden kısa süre önce, gözden geçirmem için “Türkçe, Yaralı Dilim” adlı dosyasını göndermişti bana. Altbaşlığı “Dil Üzerine Denemeler” olan ve ilk baskısı 2003 yılında TÖMER‘den çıkan kitabını genişletmiş ve yeni eklerle zenginleştirmişti. Keşke yaşarken görebilseydi basıldığını! Araya sağlık sorunları girince öylece kaldı işte.

Hüseyin Atabaş‘ın unutulmaması gereken özelliklerinden biri de örgütçülüğü idi. ANYAZKO (Ankara Yazar ve Çevirmenler Yayın Üretim Kooperatifi), Edebiyatçılar Derneği ve BESAM‘ın (Bilim ve Edebiyat Eserleri Sahipleri Meslek Birliği) kurucuları arasında yer almış; yıllarca Ankara Üniversitesi Türkçe Öğretim Merkezi TÖMER‘de çalışmıştı. Yazın dergilerinin de özverili bir emekçisiydi.

Son yıllarda yaşadığı ciddi sağlık sorunları, eylemliliğini ve devingenliğini önemli ölçüde sınırlandırmıştı. O yüzden biraz da hayıflanarak, “Gayri benden ne köy olur ne kasabaya sinema” diyordu. Ama yine de umutsuz olduğunu söyleyemem.     

Atabaş‘ın şiiri de kişiliği gibi duru ve saydamdı. “Yaşama, aşka ve umuda tutunarak yürüyen sessiz bir gezgin” demiştim onun için. O da “zamanın fanusunda özgür bir gezgin” olarak görüyordu kendini zaten.

     Atabaş‘ın her şeye karşın mutlu öldüğünü düşünüyorum. Çünkü yaşarken görmüştü sevilip sayıldığını. Dostları hep onurlandırmıştı onu. Son dönemde Zerrin Taşpınar ve Nevin Koçoğlu‘nun önayak olmasıyla birkaç etkinlik düzenlenmişti Ankara’da. Dergiler özel sayılar yayımlamıştı onun için. Kıyı dergisinin “Şiir Emek Ödülü”nü de 20 Mayıs 2017’de Ankara’da düzenlenen törende benim elimden almıştı.

Bir yazımda belirttiğim gibi, “hüznünü iyice inceltmiş, iç sesini derinleştirmiş, her şeye iyimserlikle bakan, bilgelik postuna oturmuş” bir ozan yaşıyordu aramızda. 28 Şubat 2019 günü Ankara’da yıldızlara uğurlandı. Artık şiirleriyle yaşayacak…


HÜSEYİN ATABAŞ / AYŞE KAYGUSUZ ŞİMŞEK

‘Şair, yazar olamadan önce insan olmak gerekir’, derim hep. Hüseyin Atabaş’ı anlatmaya tam da buradan başlamak gerekir. Ankara’da yaşayan edebiyat çevresi hemen herkesin bildiği gibi edebiyat işçiliği yapmayan herkes de bilirdi ki Hüseyin Atabaş iyi bir abi, arkadaş, iyi bir dost, iyi bir insan!. Hele karşısındaki kişi edebiyata meyil etmiş, gönül vermişse daha bir kucaklayıcı, yüreklendirici bir babacan tavırla yaklaşırdı. Öyle ki o kişinin acemiliğine, yaşına bakmaksızın kitaplarını “… saygım ve sevgimle” diye imzalayacak değin engin gönüllüydü…

Hüseyin Abiyle bir edebiyat etkinliğinde tanıştım. Ondan sonra da hiç ara vermeden devam etti görüşmelerimiz. Ekin Sanat Edebiyat ve Düşün Dergisinin önce Konur sonra da Karanfil sokaktaki yerinde devalarca etkinlik yaptık O’na. Bu etkinlikler bazen kendi adına oldu, bazen de konuşmacı olarak katıldı. İlerlemiş yaşına rağmen beş kat merdivenleri çıkıp geldi. Bu merdivenler konusunda epey sitem ve espri ettiyse de O bizimle, biz O’nunla olmaktan mutlu olduk. Toplumsal gerçeğimizin eleştirileriyle, bilgi ve düşünce paylaşımlarımızla bazen hüzünlendik, öfkelendik… ama en çok da edebiyatın büyülü dünyasının derinlerinde dolaştık… Hüseyin Abi anılarını anlatır, bilgi birikimini paylaşırdı bizimle.

Bir süre Ekin Sanat dergisinde düzenli olarak yazdı ve ben dergisini O’na hep elden ulaştırdım. Bunun için Mülkiyeliler’ de buluşurduk. Eğer gelemeyecekse derginin üzerine adını yazar, kasadaki görevliye bırakırdım. Genelde cumartesi günleri olan bu buluşma aynı zamanda Zerrin Taşpınar ile yıllardır devam ettirdikleri buluşma günüydü. Onun için bir arada olmanın, sohbetin tadına doyamazdım…

Hüseyin Abiyle çok dilli, çevirim içi bir gazete olan “Gazete Öneri”de ve Ekin Sanat dergisinde yayımlanan bir söyleşi yaptım. Çokça anılar biriktirdim. Bu anıları yeri geldiğinde birçok insanla paylaşacağım, O’nu tanımış olmanın erinciyle. Sesine ses olup, kitaplarıyla, sözcükleriyle, bizde kalan izleriyle yaşayacak biz yaşadığımız sürece. İyi ki doğmuş, yaşamış ve iyi ki tanımışım. Şimdi onun dizeleriyle selamlayalım O’nu.

“Bir yanlışlık oldu, ömür de yoruldu
ömrümüz olmaktan. Hevesin huyu değişti,
yıldızları saymak geçmiyor içimden!..”


KÖZDE ŞİİR / GÜLŞEN ERSAN

Hüseyin Atabaş anısına

Gökyüzünün soylu mavisi soldu
Güneşi  ölgün  gözlerimin.
Şiirin gölgesinde umarsız gönlüm
İncinen sesim sesinin közünde nicedir
inceliklerden  yoksun cumartesiler…

Yıkıntılar arasında düş bozgunu
bu bir yanılsama olsa da
varsın olsun ”cüce sevinçler”
hiç gitmemiş olsan da  bizden

Geleceksin diye her cumartesi
‘’durup  durup   göğe bakıyorum,
umutların bittiği yere…’’


HÜSEYİN ATABAŞ’LA BİR ÖĞLEN SAATİ / HAYDAR ÜNAL

Buluştuğumuzda bir Cumartesi günü öğle saatleriydi. Mülkiyeliler Birliği’nin bahçesinde oturduk. Yine ışıl ışıldı gözleri, ara ara uzak derinlikler oluşturarak bakıyordu bana. “Ben simit yiyeceğim, sen de yer misin?” dedi, “Yok ağabey, ben yemeyeceğim” dedim. Simidi meşrubatla yerken, en son okuduğum kitabı sordu. Uzun uzun sohbet ettik. “Artık emekli ol, kendini tam anlamıyla edebiyata ve şiire ver” dedi. Ben de öyle düşündüğümü söyledim. Simit bitmişti. Sigara paketinden usulca bir sigara çıkardı, müthiş bir özenle, adeta onunla bütünleşerek yaktı sigarasını. Uzun bir nefes çektikten sonra dumanı Konur sokağa doğru savrulup gitti. “Ağabey, ne kadar güzel sigara içiyorsun” dedim. Yok, dedi. “Ahmet Say benden daha güzel sigara içer.” Gülüştük…

Son görüşmemiz olacağını bilemezdim. Yüzü, Marmara bakışlı gözleri hala duruyor üzerimde.


HÜSEYİN ATABAŞ SAYGI GECESİ / NEVİN KOÇOĞLU

                                                      “Bir şaire en çok yakışan yerdir yalnızlık”

Böyle diyor bir şiir dizeniz. Sessiz bir yalnızlık içindesiniz şimdi,  soğuk bir Ankara gününde vedalaştınız bizimle. Gidişiniz kalbimizi kavururken,  Karşıyaka’daki törene eşlik eden tipi de yüzümüzü yakıyordu. Dönmemek üzre bu giden son mevsimdir/çabuk ol, gerçeğin vakti yakın!..”  Kitaplarda olmayan bir şiirden aldım bu iki dizeyi ve 27 Şubattı gerçeğin vakti. Ankara ısındı, Ankara yandı, Ankara dondu ama bizim anılarımız hep sıcacık kaldı.

Konur Sokak’ın Mavi Gözlü Şairi idiniz bizim için. O sokaklarda buluşup çay- kahve eşliğinde sohbet tadımız tuzumuzdu. Bazen öylesi bir araya gelirdik ki, gelip geçen arkadaşlar “ Masa da masaymış ha!” esprisini yaparlardı. Bir keresinde masanın en başında siz vardınız, sonra sırasıyla Ahmet ve Nazlı Özer, Nevin Koçoğlu, Hasan Sertkaya, Çiğdem Sezer, Gültekin Emre, Selami Karabulut, Suzan Çalışkan, Türkan Yeşilyurt, Zerrin Taşpınar ve Ramazan Teknikel. Konur Sokak’a hafif bir loşluk çökmüş, ışıklar henüz yanmıştı. Yüzlerimize yayılan şey ise gülümsemenin ışığıydı…

        Akşam eve gidip ne derneği, ne de işi düşünmeden şiirin koynuna girmeyi amaçlıyorum. Bu ifade şiir aşkınızı en güzel şekilde anlatıyordu bize. Yeni bir kitabın ya da bir şiirin sevinci gözlerinizi daha da mavi kılardı. Böylesi bir aşkın onu mutlu edecek bir şekilde kutsanması gerektiğini düşünürdüm hep.  Bizde genellikle yaşarken değil, gidişinin ardından anılır insanlar. Ben kişileri yaşarken mutlu etmenin daha kıymetli olduğunu düşündüm daima, bizimle vedalaşan sevdiklerimizi anmamız vefa borcumuz ama neden sonsuz ayrılıktan önce yapmıyoruz diye sorgulardım sürekli. Kolları sıvayıp hazırlıklara başladım. Yayıncım sevgili Turgut Türksoy’a bahsettiğimde ben de destek olurum dedi.  Yer ayarlandı, Ankaralı edebiyatçılar adına vereceğimiz plaket hazırlandı. Cam plakette ise, yayımlanmış son kitabı “Umut, Her Zaman”dan çok sevdiği yalnızlık kavramını pekiştiren iki dize vardı: “Ben nice zamandır kapısını çalarak / giriyorum yalnızlığımdan içeri!..”

Sevgili Zerrin Taşpınar, Attila Aşut, Abdullah Nefes ve Ahmet Özer gecenin konuşmacıları olmayı kabul ettiler. Sevgili Ali Yılmaz sürpriz olarak üç Hüseyin Atabaş şiiri besteledi. Sevgili Ulaş Nikbay şiirleri seslendirmek için İstanbul’dan yolları aşıp katıldı aramıza ve Ankara’dan da sevgili Elif Reyya Naz… Karadeniz türküleri söyleyecek bir müzik grubu da ayarlanınca her şey tamam olmuştu.

Ve o gece geldi çattı. Hüseyin Atabaş Saygı Gecesi. Öncesinde Mülkiyeliler Birliği’nde Kıyı Dergisinin yaş dönümü ve ödül töreni vardı. Sık sık yüzünüzü buruşturuyordunuz. Arada bir gelen kasılma ve ağrı sizi rahatsız ediyordu. Birkaç kez dışarı çıkarttım sizi. Tören böyle geçti. Sonra diğer tarafın hazırlıkları için koştum. Her şey tamamdı. Nazım Hikmet Kültür Merkezi büyük bir kalabalığa ev sahipliği yaptı. Dostlar koşarak gelmişleri, hatta yer olmadığı için bahçe kısmında bekliyordu çok kişi.

Sonra siz geldiniz,  tüm aileniz de salonda yerini almıştı. Bu büyük kalabalığın gözlerinizde yarattığı gülümseme görmeye değerdi.  Masamıza geçtik, dostlarımıza hoş geldiniz dedikten sonra dostlarımız keyifli anılar ve anekdotlar paylaştı bizimle. Bestelenmiş şiirler söylenirken mutluluğunuz, Karadeniz türkülerine keyifle eşlik etmeniz dün gibi hatırımda. Çok iyi anımsadığım bir şey daha var, birkaç saat önce sık sık yüzünüzde beliren acılı ifade, dört saat süren gece boyunca hiç olmadı. İnsan mutlu olunca acıları da duymuyordu demek ki ve çok zor değildi sevip saydığımız insanlara bizim içib değerli olduklarını hissettirmek. Plaket takdimi ve kitap imzasından sonra yavaş yavaş ayrıldık salondan ve siz bu geceyi hep gülümseyerek anlattınız. Bu geceye dair bir dvd var elimde… Kapağında sevgili dostum Nevin Koçoğlu’na yazıyor, imzalamışsınız da.. Umarım bir anma gününde hep birlikte bunu izleme fırsatımız olur…

Gün batmak üzere. Gittiğinizden beri güneş çok kere doğdu ve battı. Dünya çokça döndü. Dört mevsim birbirini takip etti ve ben ve biz sizi çok özledik…

“Bak dışarıda gür gümrah bir gün
Ve tenhalıklar içinde koca Ankara?..
H.A


HÜSEYİN ATABAŞ 78 YAŞINDA… / OĞUZ TÜMBAŞ

Şiirimizin soyadı uyaklığı olan şairleri Ahmet Günbaş, Şükrü Erbaş, elbette Hüseyin Atabaş benim de ilgi odağımda, duygu yakınlığımdadır. Ahmet Günbaş’la bir araya geldiğimizde  uyakdaşlık kurarız hemen.

Hüseyin Atabaş adı beni eski Ankaralı yıllarıma götürür. Yirmili yaşlarımda 1966-69 yıllarında sorumluluk aldığım Çele ve Meltem dergilerine taşır. Bu da demektir ki 53 yıllık tanışlık, duygu, sevgi, gönüldeşlik yakınlığı…

Hüseyin Atabaş’la yüz yüze ancak 2000’li yılların başında İzmir’de görüşme, kucaklaşma  olanağı bulabildik, anılar tazeledik.

***

Hüseyin Atabaş, özgeçmiş bilgilerini verirken, şiir yayımladığı dergiler arasında Çele dergisini de belirtir. Çele, Ankara’da 1966-68 yılları arasında Yazı İşleri Müdürü olarak görev yaptığım bir yazın-sanat dergisiydi. Şiirler, denemeler yayımladığım dergide genç şairlere yanıt verme görevini de ben üstlenmiştim.

Atabaş da şiirler göndermişti o zaman Çele’ye. Yine ben yanıtlamıştım.     Derginin Kasım 1967 tarih ve 55. sayısında kısaca şunları yazmışım: “Şiirleriniz başarılı. Sıra gelince hemen yayınlayacağız. Daha iyilerini de bekleriz. Saygılar…” Daha iyilerini, ne demek… Gençlik işte; sanki ben çok ustaymışım,  yaşça onlardan büyükmüşüm gibi “bilgiçlik” taslamışım! Dedim ya henüz tanımıyordum, tanışmıyorduk, onun şiiriyle de henüz yakınlık kuramamıştım.

Kitaplığımda bulunan Çele’ler içinde Atabaş’ın “Sen Bilmezsin” adlı şiirini Aralık 1967 tarihli 56. sayıda yayımlamışız:

Ellerin şiirler okuyor alkımlardan
Sen bilmiyorsun
Ellerine uzayan çağrımı karanlıklar boğuyor;
Karanlıklar
Bayram sevincine düşen göz-yaşlarıdır,
Aydınlıkları hiç görmedik
Oysa ak güvercinler uçuyor gülüşlerinde senin
Sabahlara dek.

Daha sonra Ağustos 1968 tarihli 64. sayımızda  “Eşit” adlı şiiri çıkmış. Çok sık olmasa da şiirler göndermeyi sürdürmüş. Derginin  Mart 1969  tarihli  71. sayısında “Kan” adlı şiirini yayımlamışız.

 Çele’nin  Nisan 1969 tarihli 72. Sayısındaki şiirin adı “Haber”.

Umutlarımız güne dönük,
Korkusuz olacak, sözde birazdan Dünya.
Kan sızıyor damarlarından gecenin
Dehşet içinde bir adam bekliyoruz
Haberler getirecek kanadıyla serçenin…

Çele Dergisi yayımını sürdürürken,  biz beş genç arkadaş daha özgür, daha bağımsız bir yazın-sanat dergisi çıkarmanın peşine düşmüşüz! Biriktirdiğimiz paralarla Kasım 1967’de Meltem dergisini yaşama geçirdik.

Meltem’de “Genç Sanatçılar Konuşuyor” diye bir sayfa açmıştık. Derginin Ekim 1968 tarihli 12. sayısında Hüseyin Atabaş’ın da  yanıtları yer almış. Çağdaş sanat anlayışı, çağımız sanat evrenine katkıları, çağdaş olmanın önemi ve gereği üzerine sorduğumuz sorulara Atabaş da uzunca bir yanıt  vermiş.

“Genç sanatçı olarak bir diğer önemli sorunumuz, kendimizi bizden önceki  kuşağın sanatçılarına giderek günümüzün sanat ortamına  kabul ettirmemizdir.“ diyesi olmuş, sonra şu sözü etmiş: “Çağını belgelemesini başaran sanatçı, çağdaştır derim ben.” 

Atabaş duyduğu kaygıları da dile getirmiş o yazısında: ”Ne denli uygarız desek de birbirimize olan saygımızı gün geçtikçe yitirdiğimiz kanısındayım. Bu nedenle ben, insanlara güzel duygular vererek, bu gidişin önüne durmak için çalışıyorum.”

Şimdi Atabaş’ı anınca,  aradan geçen yarım yüzyıllık anılar nasıl da canlanıyor,  anlatmak olası değil. Sevinci, hüznü, kederi, umudu, beklentisi, kaygısı, “insanlara güzel duygular yaşatabilme” eylemiyle geçen bir ömür bu.

     Hüseyin Atabaş 1975 yılında Özün Yayınları’ndan çıkan ilk şiiri kitabı GELECEK’i  bana da göndermişti.  Umuda, özgürlüğe, toplumsal gerçekliğe vurgu yapan şiirlerle “geleceğin” kapısını aralamış daha o zamanlardan Atabaş.   Daha sonra Ali Cengizkan ile birlikte hazırladıkları Ankara Rüzgârı / Ankara Şiirleri” Seçkisini almışım.

Araya giren onca yıl, onca kitap… Bir bölümü şiirden uzak durduğum yıllara denk gelen süreçte çıkmış kitaplarının. Onları edinememişim!

Nice yıl sonra 2014’te “Umut, Her Zaman” kitabıyla buluştum  İzmir’de. “Sevgili dostum, kardeşim Oğuz Tümbaş’a özlemle…” imzasının sıcaklığı, içtenliği, gönüldeşliğiyle. Geçmiş yıllardan gelen o duru, içten dostluğun rüzgârıyla duygulanmamak olanaksız.

Umuda dokunan her söz, yazı, şiir anlamlı gelir bana. Şairin vazgeçemediği sezgi, algı, kavram ne derseniz deyin önemsediğim anlamı içerir. Şiirlerimde de  ışıyan umut vardır hep.

Hüseyin Atabaş “ 1961 yılında ilk şiirime bir okul dergisinde mürekkep kokusu bulaştı.” diyordu bir söyleşisinde. Aynı söyleşiye verdiği yanıtta şunları da söylüyordu Atabaş.   “1970 Kuşağı toplumcu-gerçekçi şairleri içinde sayılırım. Elli yılı aşkın bir zamandan beri sanırım 60 kadar dergide, 5 gazetede şiirler, edebiyat ve toplum sorunları üzerine yazılar yazıp yayımladım; yayımlamayı sürdürüyorum.”

Yazmak böyle bir şey. Bir kez bulaştınız mı şiire, yazıya, yaşamın sonuna değin sürer bu uğraş, çaba, emek. Umutla, sevgiyle, heyecanla, coşkuyla, savaşımla, aşkla… Sevgili Atabaş, ölümüne değin şiirden kopmadı, yazdı hep sevgiyle, coşkuyla, aşkla, yaşama tutkusuyla, toplumsam savaşımla, toplumcu gerçekçi duruşla, eylemle…

Onunla bunca yıl görüşemesek, yazışamasak da o hep dostum, şiir kardeşim, emeğine saygı duyduğum bir şair olarak yer aldı gönlümde.

Tarihler 10 Temmuz 1942’yi gösterirken yaşama gözlerini açan Hüseyin Atabaş, Şubat 2019’da yaşama gözlerini kapatırken 77 yaşına ermişti. Yaşasaydı bugün 78. yaşını kutlayacaktı ailesiyle, çocukları, torunları, sevdikleriyle, şair-yazar dostlarıyla. İyi ki bu dünyadan bir şair Hüseyin Atabaş geçti. Ölümüne dek şiir soludu, şiire odaklandı, şiire sevdalandı. Şiirleriyle, kitaplarıyla ölümsüzleşti.

Elbette Atabaş için daha nice anma, anlatma yazıları da yazılacak, gözden, dikkatten kaçanlar da ortaya çıkacak. Dizelerin arasına sıkışmış daha ne çok söylemle buluşacağız.  Bunca yıla biriken  olaylar, imgelemler, imgeler, söylemler, toplumsal duyarlıklar, özenli sevgiler, gizlenmiş aşklar, duygulaşımlar, duygudaşlıklar da yansıyacaktır yazanların kaleminden bizlere.

Anmak güzel, ama yaşarken bir yazarı, şairi, bilim, kültür insanını önemince, kavramak, değerini bilmek, gereken özeni göstermek gerek diye düşünürüm. Atabaş da onlardan biriydi.

Anısına saygıyla. Işıklarda olsun hep.


HÜSEYİN ATABAŞ İÇİN / ÖZGEN SEÇKİN

Kimi dostluklar vardır ki
yeraltı kayalıklarına çarpa çarpa
nehir uğultusuyla akar,
orada arıtır altını, orada gümüş olur da parlar,
kimi dostluklar yeraltında
toprağa yapışıp kalan bir göl gibi kımıldar.

Kimi arkadaşlıklar bir ekmeği iki kişinin taşıdığı
iki ayrı sapı olan çantaya benzer;
her an rahatça ekmeğin kadar
kederini, sevincini paylaşabileceğin
serebileceğin önüne hayata dair kaygılarını,
ışıkla gecenin birleştiği bir ana benzer
ve birbirini tamamlayan yarım kürelere aittirler,
kimileriyle bir ekmeği paylaşamazsınız da
kimilerinin alabilirsiniz elinden tüm ekmeğini.

Kimileriyle yürürken bir uzun yolu
bir pamuk tarlasında yürürsünüz sanki
tatlı bir rüzgârın temmuz sıcağını savurur gibi
bir rahatlık duyumsarsınız yumuşak ve sıcak,
o, tedirginliğini yaşarken bile sezdirmez
kendi içinde yoğurup durur bir sürü şeyi
ta ki hamurun kıvamını tutturuncaya kadar.

Kimisiyle dünya çekilmez bir kalabalıktan ibaret,
alışınca kimine, ayrıldığınızda ıssızlaşır kâinat
gidince, hüznün çeşitleri boy verir o ıssızlıkta
iki zulüm arasında eziyeti anlar gölgeleriniz bile.

Bu meyanda bir atabaş geçti okşayarak akşamsefalarını
kırık hayatlara dokunarak sarışın bir bulut edasıyla
kırk yıl yağmur yağdırdı boşluklarımıza;
süt kara demedi hiç, ateş mavi, tanrı yalnız,
toprak yoksul, şiir bizi üzen yalan demedi,
arkasını dönüp gidemedi hiç kimseye üzseler de
bu dost, bu düşman, bu sinsi biri de demedi,
o, uzun, geniş pamuk tarlalarında kadim bir işçi
pamuğun tohumunu soydu, beyazını sevdi,
tozunu üfledi kendi ömrü gibi yeryüzüne,
kutsal doğrular olmaz ama yer sarsılır demedi
asarız kendimizi kendi andımızla dedi,
devletten, yanlı yasalardan ya umut, ya medet demedi,
yepyeni bir gökte gebe kümülüsler gibi
sadece körpe ekin ve kırmızı şiir için yağdı.

Hani bazı insanlar olur, içimizdeki boşluğu tutar
bir nefer tavrıyla uzun zamanların nabzını atar
ama kesilmeden akan ince bir su sabrıyla
sürekli doldurur o boşluğu;
yıldızları indir dersen indirir,
aşkın azabını gider dersen giderir,
harfleri tersten diz dersen dizer,
öfkenin kılıcını iyice bile dersen biler,
çal boynuna koyun adamların dersen, durur,
uzağını yitirmeden düşünür,
önce hayalin resmini çizer şiirle, gülle
sonra yanıbaşına bir rüya gibi koyar onu,
bir güzel hakikat kılar, koyun adamlara,
dersen indir satırı hayallere
o, hayalleri satıra indirir, körelsin bütün satırlar diye.

Üzüldüğünde masmavi bakardı bize
yeşile elaya çalan bakardı
kızmışsa senede bir nanköre, iblise, çırılçıplak aşksıza
-ki o, aşksızı çırılçıplak görürdü-
yayın gerilmiş hâliyle bakardı,
birden doğrulur sandalyesinde
o en militan şiirini okurdu,
ama kuşlar geçer de sanki hedefinden
bırakmazdı yayını kuşlar uçup gidene kadar
döner, bir yarayı görür gibi ellerine bakardı.

İnsanlar az bulunan ıraları özümseyemezler
aldırışsız olurlar onlara karşı
nasıl olsa elleri altındadır, kolay bulunurlar
oysa onlar olmazsa acı bir eksiklik yaşanır
düşlerimizi bozan uzunca bir zaman,
bazen çaresizliğin kalbidir de onlar
atmazsa o kalp bir dönem ölü doğar,
ne çare, alışmışsak, vermişsek onlara sevgimizi
yalnızlık bir değirmen, öğütür durur bizi.

Ben bu yüzden uzun zaman sessizce ağladım
o dostluğun ve arkadaşlığın ata yadigârı
bir şiir kalemim kırılmış gibi oldum
özlem yanığı varlığımı karalayarak,
mahcubiyetim ise, son sözünü duyamadan ayrılmak!..

Anılarla Hüseyin Atabaş E-Kitap İndir

Cevap bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir