Aydoğan Yavaşlı, 4 Nisan 2021 tarihli imgelem’ deki yazısında aşkı, sevgiyi ne güzel anlatıyordu. Yazı, Demirel’ in hayatında hiç aşk mektubu almadığından hareketle ülkeyi yönetenlerin durumuna bir gönderme ile başlıyordu.
Sevgisiz, nobran, öteki olanı dikkate almayan tavır ve üsluplara tanık oldukça yazıda sözü edilen sevgi yoksunluğunun nerelere kadar uzandığını göstermesi bakımından bir hayli ilginç.
Tabii yazı, sevgiden öte aşka da uzanıyor; Schopenhauer’ in Aşkın Metafiziği kitabındaki “ Aşk, aslında doğanın kendisini üretmesi için yalnızca insanlar için yazdığı bir senaryo” dur, tanımına başvuruyor.
Bu felsefi kavramlar bu halleri ile bize soğuk ve çok da metalik geliyor. Ama ne yapalım ki gerçek bu: Tıpkı Yaşadığımız aşkın aslında doğanın bize verdiği rolü yerine getirmekten ibaret bir şey olduğu konusu gibi. Ya da ‘aşk güzellik aracılığıyla çoğalma arzusudur’ cümlesindeki gibi.
Yavaşlı, aşkla ilgili bu felsefi kavramlardan sonra aşkın bu kez sonlu olduğu, en çok da ömrünün üç yıl civarlarında olduğu konusuna geliyor. Yaşamın pratiği her aşkın eninde sonunda bir yerde bittiği konusunda bize sayısız ipucu veriyor. Dolayısıyla, Yavaşlı bu konuda haklı. Ernest Hemingway’in dediği, “ İki insan birbirini seviyorsa, buna mutlu bir son yoktur.” Ancak bütün bu tartışmalar aşkı, sevgiyi dünyamızdan silmeye yetmiyor. İşin güzel olan yanı da bu! Her neyse aşk denilince hangimizin aklına Nazım’ ın aşkları gelmez ki? İşte, niyetim onlardan söz etmek!
***
Nazım Hikmet’i bir paşa torunu. İstanbul’ un ileri gelen Osmanlı ailelerinden. İstese bir eli balda bir eli yağda yaşayacak her olanak var. Ama o, inandığı sosyalist düşünce yolunda mücadeleyi seçti. Bu yüzden Yavaşlı’ nın dediği gibi ‘ hiç aşk mektubu almamış’ gerici yöneticilerin hışmından yakasını alamadı, onlarca yıl hapislerde kaldı. Gençliğini oralarda çürüttü. Toplam 17 yıl hapisliğin 13 yılını Bursa Cezaevi’ nde yattı. Onu içeriye atmak için yarışanların adını duyanınız var mı? Ama o dünya çapında bir şair. Bütün dünya insanına ilham veriyor şiirleri.
***
Gelelim aşklarına:
Arkadaşı Vala Nurettin, “ Aslında, Nazım monogamdı. Birini severse –iyice severse- ona sadık kalmak isterdi. Sevemediği sıralarda da, sevilecek birini daldan dala arardı.” [*] diye anılarında belirtiyor. Evet, Nazım böyle biri. Dünyayı değiştirmek isteyen devrimci yüreği, aşk konusunda bir yerde duramayan bir güçtür. Bir ikinci nokta, Nazım yaşadığı aşkları sürdürdüğü devrimci mücadelesinin içine katmasını bilmiştir. Aşkları mücadelesi ile at başı gider, hapishanede o aşk sürer, açlık grevinde görülür. Bu yüzden hazları peşinden koşan sıradan bir Donjuan gibi görülmez, Nazım. Bir başka konuda Piraye’ ye yazdığı mektuplarda da görüleceği gibi açıktır Nazım, sevgisi bittiğinde muhatabına açık açık söyler, bunu çekinmeden, saklamadan anlatır. İki taraf ta elbette ayrılığın, kırılmış bir kalbin acısını içinde taşır ama bunu yaşamın dayattığı bir durum gibi görür, alınacak bir öç’ ün başlangıcı saymaz.
Nazım daha gençliğinde şiir yazmaya başlamıştır. Dolayısıyla her aşkı için şiirleri vardır. Zira daha gençlik döneminde bu durum ortaya çıkıyor. Yani, Nazım’ ın her aşkı için şiirler yazıyor. Tıpkı ilk gençlik aşkları Sabiha ve Azize’ye yazdığı gibi. Sabiha için yazdığı şiir:
“Gözleri siyah kadın, o kadar güzelsin ki
Çok sevdiğim başına yemin ediyorum ben:
Koyu bir çiçek gibi gözlerin kapanırken”
Hemen sonrasında Azize için yazılır şiir.
“Bir ilah gibi içten duyulur
Seven gönüllere âşina sesin.
Başında hâle nur, gözlerinde nur.
Sevda mabedinde bir azizesin.”
Nazım Hikmet yüreği durur mu?
Bu kez, 1903- 1972 arasında yaşamış en bilinen yapıtı “Fosforlu Cevriye” olan Suat Derviş’ e gönlü kaymıştır. Onun için:
“Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını;
Bir kere eğemedim bu kadının başını.
Kaç kere sürükledi gururumu ölüme
Fırtınalar yaratan benim coşkun gönlüme.”
Şiirini yazar. Suat Derviş’ in kendisine ilgi göstermemesi üzerine o nu taş kalpli olmakla suçlar.
ANADOLU’ YA ORADAN MOSKOVA’YA GİDİŞ
1920 yılında Nazım ve Vala Nurettin Ankara’ ya Kuvay-i Milliye’ ye katılmak için girişimde bulunurlar. Bu gerçekleşmez bunun yerine Bolu’ da bir okula öğretmen olarak tayinleri çıkar her iki arkadaşın. Ancak bir müddet sonra okul bırakılır ve arkadaşı ile Moskova’ ya bulunan parti okuluna gitme fikri öne çıkar. 1921 tarihinde bir gemi ile Batum’ a varılır. Vala Nurettin ve Nazım, Batum’ da daha önce oraya gitmiş olan Muhittin Bey’ e uğrarlar. Muhittin Bey’ in evinde, Nazım’ ın daha sonra evleneceği Muhittin Bey’ in baldızı olan Nüzhet Hanım da kalmaktadır. Böylece Nüzhet Hanım’ la gelişecek aşkın ilk harcı atılmış olur. Daha sonra Nüzhet Hanım’ da Bakü’ den Moskova’ ya parti okuluna gelir, okula Nazımla devam eder. Bu ilişki daha sonra evliliğe varacaktır. Ancak evlenme öncesi var; Nüzhet Hanım okulda bir ara Karabağ’ lı bir delikanlıyla yakınlaşır, Nazım’ ı çılgına döndüren bir durumdur bu. Zira hemen kıskançlığını belli eden bir şiir yazılır:
“Sen
benim
minare boyunda çam gövdeme,
yumuşak, beyaz,
bir kurt gibi girdin,
kemirdin!
Ben, barsaklarında solucan Macdonald’ ı besleyen
İngiliz işçisi gibi taşıyorum
Seni içimde!
Biliyorum
Kabahat kimde!
Ey ruhu Lordlar Kamarası kadın!”
Diye uzayıp giden şiir işte bu kıskançlık günlerinin şiiridir. Sonuçta iş tatlıya bağlanır, ikisinin de yüreği soğur ve evlenmeye karar verilir. Yıl 1922 dir, ikisi de öğrencidir parti okulunda. Bir müddet sonra Nüzhet Hanım’ ın sağlığı bozulur, İstanbul’ a dönmek durumunda kalır. Dönüşte Nazım’ın ailesine uğrar, Nazım Moskova’ dadır o sırada. Aile Nüzhet Hanım’ dan hazzetmez. Tatsız bir durumdur bu. Arkasından Nazım da döner İstanbul’ a. Ama ayrılık çanları çalmaya çoktan başlamıştır bile. Ve ayrılırlar. Tarih 1924’ tür.
***
Nazım tam bu tarihlerde:
Mavi Gözlü Dev, Minnacık Kadın ve Hanımelleri şiirini yazar. Kimi yazarlar, bu şiiri Nüzhet Hanım için, kimileri de daha sonra evleneceği Piraye için yazdığını söyler.
“O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi
Kadının hayali minnacık bir evdi
Bahçesinde ebruliii
Hanımeli
Açan bir ev
Bir dev gibi seviyordu dev
Ve elleri öyle büyük işler için
Hazırlanmıştı ki devin
Yapamazdı yapısını
Çalamazdı kapısını”
Bu arada tarih 1930’ dur. Nazım, Nüzhet Hanım’ dan boşanmıştır ve yüreği boştur. Nazım’ ın yüreği boş kalacak değil ya! Kız kardeşi Samiye Hanım’ ın arkadaşı Piraye Hanım’ la tanışır bu arada. Piraye Hanım, eşinden ayrılmak üzere olan iki çocuk annesi bir kadındır. Yazar Emin Karaca’ nın da dediği gibi, Nazım, sevdiği her kadını şiirine sokan bir adamdır. Dolayısıyla nasıl diğerleri için şiirler yazıldıysa Piraye için de onlarca şiir yazılır. Bunlardan bir tanesi:
“Abe şair,
Bizim de bir çift sözümüz var
“aşka dair”
O meretten biz de çakarız
Biraz…
Deli çığlıklar atıp avaz avaz
Burnumun dibinden gelip geçti yaz.
Sarı
Tahta vagonları
Ter, tütün ve ot kokan
Bir tren gibi”
1933’ de Piraye- Nazım birlikteliği başlar. Başlar ama Nazım’ ın da tutukluluk günleri başlar. Hapishaneler, ayrılıklar, hasret… Bu tutkulu aşkın sanki sınanmasıdır bu. Başka bir deyişle on altı yıl süren bir hapislik yaşamında ayrılıklar, baskılar, hasretler Piraye Hanım’ ın sanki kaderi olur. İstanbul’ dan Bursa Hapishanesi’ ne taşınmalar başlar, bir müddet sonra Çankırı’ ya. Çileli ve zor bir hayat. Bu eziyete ancak seven bir kalp ve tutkulu bir aşk katlanabilir, bu da Piraye Hanım’ da olan bir duygu. Nazım- Piraye birlikteliğinin on altı yılı hapislik yıllarıdır ve bu kısmın sadece üç yılında aynı ev paylaşılmıştır. Gerisi bitmeyen mücadele, çile, sürgün, hapis yılları. Hapishane ile İstanbul arasında çoğumuzun bildiği mektuplar, şiirler iki tutkulu aşık arasında gider gelir. Bu aşk Nazım’ a güzel şiirler yazdırır, içinde aşkı, tutkuyu, hasreti ve de toplumsal mücadeleyi anlatan onlarca şiiri. Nazım’ ın Piraye için yazdığı “Karıma Mektubumdur” u bunlardan biri değil mi? Okuyalım:
“Bir Tanem!
Son mektubunda:
“Başım sızlıyor;
Yüreğim sersem!”
Diyorsun.
‘Seni asarlarsa
Seni kaybedersem’
Diyorsun
‘yaşayamam’
Yaşarsın karıcığım!
Kara bir duman gibi dağılır
Hatıran rüzgarda!
Yaşarsın kalbimin kızıl saçlı bacısı!
En fazla bir yıl sürer
Yirminci asırlarda ölüm acısı!”
Diye devam edip su gibi akar şiir. Acı çekenlerin, tutkuyla bir birine bağlı olanların bir birlerinin yarasına tuz basar gibi bastıkları şiir… Bir ara Nazım hapisten çıkar, 1934 yılıdır, hemen Piraye ile resmi nikah kıyılır. Ama, Nazım, ne zaman hapisten çıktı, ne zaman girdi çetelesini tutmak bile zor. Gene bir hapishane ortamı Piraye Nazım’ ın yüreğinde dayanılmaz bir hasrete dönüşmüştür. Nazım bunu şiire döker.
“Senin adını
Kol saatimin kayışına tırnağımla kazıdım
Malum ya, bulunduğum yerde
Ne sapı sedefli bir çakı var;
Ne de başı bulutlarda bir çınar.”
Bu kez Çankırı Cezaevi’ ndedir Nazım oradan yazar Piraye’ ye, sevgili karıcığına:
“Saat dört,
Yoksun
Saat beş,
Yok
Altı, yedi
Ertesi gün
Ve belki
Kim bilir…
Hapishane avlusunda bir bahçemiz vardı.
Sıcak bir duvar dibinde
On beş adım kadardı
Gelirdin, yan yana otururduk.
Kırmızı ve kocaman
muşamba torban dizlerinde…”
Sonra bu aşka nazar değiyor. Olmaz denilen bölüme geliyoruz. Hepimizin yüreğinde isyan duygusuna yol açan kısma. Bu kadar tutku, kendini adama, fedakarlık, bağlanma… Ne derseniz deyin! Nazım Piraye’ den yavaş yavaş kopuyor, bir doruktan yuvarlanan kar taneleri gibi..
Eriyor, gönlü başka birine kayıyor Münevver Hanım devreye giriyor. Dayısının kızıdır Münevver. Bir hapishane ziyaretinde başlayan aşktır Münevver- Nazım aşkı. Artık onlarca şiire, mektuba, kitaba konu olan Piraye- Nazım aşkında tutkunun derecesi aşağılara düşmüştür.
Başka bir boyut ortaya çıkmıştır. Nazım, arkadaşı Rasih Güran’ ı çağırıp Piraye’ de ayrılma isteğini söylüyor.
Ve çark işliyor artık. Haber Piraye’ ye iletiliyor. Mehmet Fuat bu durumu şöyle açıklıyor:
“…Piraye üzüntüsünü kimseyle paylaşmak istemedi. Çevresindekilerle pek az konuştu. Kaç gün yattı bilmiyorum. Bu arada Nazım’ a bir mektup yazdı. Kalktığında artık kendini toparlamıştı. Donuk, durgundu, ama üzüntüsünü göstermiyordu.”
Bu arada Nazım da bu mektuba cevap yazar:
“…seni aldatmadım, sana, seni aldatmayacak kadar saygım ve muhabbetim var, seni büsbütün kaybetmek pahasına da olsa sana yalan söyleyemezdim.”
Kaderin cilvesine bakın ki bir müddet sonra Münevver- Nazım aşkı tökezlemeye başlar. Nazım, tekrar Piraye’ ye dönmek istemektedir.
Mektuplar yazar, özürler diler, bir araya gelmek için. Ama Piraye kararlıdır, dönmez. Nazım yalvarır, araya insanları sokar, nafiledir bu durum. Nazım, işi daha öteye taşır, bir ara, “ Piraye, Bursa Cezaevi’ne gelmese intihar edeceğim.” diye diretir.
Bunun üzerine, çaresiz, Piraye çocukları da alarak cezaevine gider. Nazım, ziyaret edilir. Mehmet Fuat anlatıyor:
“Cezaevinin kapısından dışarı çıktığımız zaman, Piraye, ‘ Artık Nazım’ ı sevmiyorum’ dedi.” Aradan zaman geçer, Nazım İstanbul Paşakapısı Cezaevi’ ne getirilir. Piraye orada Nazım’ ı ziyaret eder ama kalbi kırılmış, aşkı, tutkusu derin bir yara almıştır. Ve bu yaranın artık iyileşme umudu da kalmamış gibidir. 1930’ larda başlayan bu derin aşk 1950’ lerde sonlanır. Bir eski sandığı kaldırılmış değerli bir hatıra gibi durur. Piraye tek satır bu aşktan söz etmez. 1972 de ölümüyle Nazım- Piraye aşkı evrenin sonsuzluğunda yıldızlara kayar gider. Bir gönlü kırık kadın yarasına tuz basmış sırrını öfkesini açık etmemiştir. Tıpkı Latife Hanım’ ın Atatürk’ le ilgili konuşmaması gibi.
Son söz Füsun Erbulak’ ın deyimiyle ‘Nazım, dorukta bir ilişkide yaya kalmış büyük bir şairdir!’ Diyerek bitirelim yazıyı.
Öbür aşkları?
Başka bir yazıya bırakalım.
Peki, Aydoğan Yavaşlı’ nın aşkın sonlu olduğu konusundaki yargısı?
Eh, galiba doğru!
* Aktaran, Emin Karaca, Nazım Hikmet’ in Aşkları,6. Baskı 2010 İstanbul, shf.15