* Neresinden bakarsanız bakın 30 yıl geçmiştir. Gürültülü patırtılı bir kültür merkezinin kafesinde oturmuş, çevremde bir o yana bir bu yana koşuşturan sanatçılara, sanatçı adaylarına bakıyordum. Beni o güzel kadınla -şimdi hatırlamıyorum- bir arkadaşım tanıştırdı. Şiir yazıyormuş, edebiyatla çok yakından ilgileniyormuş filan. Fakat kadın o kadar güzel, o kadar bakımlıydı ki, anlattıklarını dinlemiyor, yalnızca izliyordum. Bir ara kulak verdiğimde gerçekten kültürlü biri olduğuna kanaat getirdim. İçimden, işte, dedim, insanın böyle bir arkadaşı olmalı; hem güzel, hem akıllı. Çünkü malumunuz, genellikle her ikisi birden olmuyor. Yani bazı istisnalar hariç… Neyse, karşımdaki “tapılacak kadın” İkinci Yeni Şiirinden girip Divan Edebiyatından, oradan modern şiirimizin sorunlarından da çıktıktan sonra bana aniden “Sizin burcunuz ne?” diye sormaz mı!? Hiç duraksamadan “Eşek burcu” dedim. Şaşırdı, “Aman efendim” diyesi oldu, uzatmamak için “Bunda şaşacak bir şey yok,” dedim, Montaigne’in bir denemesine gönderme yaparak, “eşek çok filozof, ağırbaşlı, cefakâr bir hayvandır.” Tabii o müthiş güzelliğini bu şekilde yıktığı için “Affedersiniz” deyip uzaklaştım.
*Şimdi bize bunları neden anlattın, diye merak edenlere… Üç-beş yıl önce adıma imzalı öykü kitabını okuduğum bir kadın yazarın instagramda bir paylaşımına rastladım. Efendim, hanımefendi yengeç burcuymuş. Yengeç burcunda olanlar hiç çökmez, ışıkları hiç sönmezmiş. Yalnızca durulurmuş ama bu bir dinlenme evresiymiş, ayrıca asiymişler, falan fıstık! Şöyle bağlamış yorumunu: “… aslında değişiyorum artık olgunlaştım bile bazı bazı J asilik kısmına gelince hiç sorun yok tabi kiJ Veee Yengeçler olarak neyse ki arada duruluyoruzJ” Bir arkadaşı yorum yapıyor: “Biz özel burcuz” diyor, yazarımız “kesinlikle” diyerek ona katılıyor, yani özel biri olduğu yönündeki fikre inanıyor.
“Özel” olduklarına ben de inanıyorum. Yoksa öykü kitaplarıyla edebiyatımıza bunca katkıda bulunmuş bir yazarın burçlara inanmasını kendime nasıl açıklarım!
*1982 ya da 1983 yazı filan olmalı: İzmir Amerikan Kolejinin her yanı çam ağaçlarıyla kaplı amfiteatrında Gorki’nin Yaz Misafirleri adlı oyununu izlemiştim. Başrollerde Alp Öyken, Mümtaz Sevinç, Altan Erkekli gibi ünlüler vardı. Oyunun yönetmeni Rutkay Aziz’di. Evet, hepsi AST oyuncularıydı. Oyunun kısa özetini yapayım: Bir grup Rus aristokratı sarayın bahçesinde yemekteler. Aniden bir tartışma başlar ve herkes birbirini alt etmek için uzun uzun tiratlar atar. Tartışma, masanın olduğu gibi kalmasıyla sona erer ve herkes dağılır. O anda iki temizlik görevlisi belirir ve masayı, yere dökülenleri filan toparlamaya başlarlar. Yemekler olduğu gibi kalmıştır. Temizlik görevlilerinden biri şöyle der: “Yahu, bunlar birbirlerini yiyeceklerine şu yemekleri yeselerdi daha iyi olmaz mıydı?”
Şu son cümleyi aradan bunca yıl geçmiş olmasına karşın hiç unutmadım. Hal-i pürmelalimiz tam da bu değil mi? İsten siyasette olsun ister edebiyatta, ister ekonomide olsun ister eğitimde; yıllardır tartışılagelen konuların bir türlü çözülememesinin, aksine büyümesinin temelinde yatan en önemli nedenlerinden birinin “yanlış insan” olduğu artık apaçık gerçek. Çünkü aydınımız yanlış, edebiyatçımız yanlış, ekonomistimiz yanlış, öğretmenimiz yanlış, siyasetçimiz yanlış, adam dediğimiz yanlış… Derdimiz bu olmalı, bence.