- Ursula K. Le Guin’den ZİHİNDE BİR DALGA - 22 Şubat 2023
- “BORGES’İN EVİNDE” - 13 Şubat 2023
- AYKIRI BİR KALEM: JOSE SARAMAGO - 11 Kasım 2022
Bazıları anlatmayı çok seviyor. Maazallah, halini hatırını soracak olun, o bütün hayatını anlatıyor. Lafı oradan çekiyor, buradan atlatıyor, hoplatıyor, zıplatıyor, ama esasa gelinceye değin dinleyenin anasını ağlatıyor. Herhalde iyi bir dinleyiciyim ki bana öyleleri çok sık geliyor. Ona telefonu ben açtığım halde lafın lastiğini çeken yine o oluyor, bir türlü sadede gelmiyor. Yani demem o ki, insanımız anlatmayı, anlatırken abartmayı, bir takım iğretilemeler yapmayı çok seviyor. Belki de bundan olsa gerek, bizde sözlü sanatlar yazılı sanatlardan daha çok gelişmiştir. Sözgelimi, bir trene bindiniz. Yanınızda, ötenizde berinizdeki birçokları yolculuğun ilk on beş dakikası geçtikten sonra bir başlıyorlar konuşmaya, susturana aşk olsun!
Tarık Dursun K., belki de bu yüzden -başka bazı hikayeciler gibi- hikâyenin her yerde olduğunu söylerdi, yeter ki sen orada cereyan eden hikâyeyi bulup çıkar, diye eklerdi. “Elinde çekiç olan her şeyi çivi gibi görür” derler ya, gerçekten de hikâyeci olan, nereye baksa, nerede ve ne yaşasa oradan bir ya da birkaç hikâye çıkarabilir. Geçenlerde Orhan Duru’nun YKY’de çıkan Öykü Yazmanın Sırları adlı kitabını okurken, benzer şeyleri düşündüğüne tanık oldum; onun için de hikâyeye ulaşmak pek o kadar zor değilmiş, yeter ki ham halini döktükten sonra onu işlemesini bil. İşte o işlem de üslupla olur. Fakat Orhan Duru’da beni şaşırtan, yaşanmışlıkları hikâye etmekten çok kurguya sıklıkla vurgu yapmasıydı. İlle de “kurgu” diyor. Sonra sonra, düşündükçe hak verdim, çünkü aynı kuşağın önemli hikâyecilerinden biri olan Tarık Dursun K. da bana bir keresinde, “Her yazar önceleri torbadan yer, ustalaştıkça kurgu ağır basar” demişti.
Doğrusu, ne zaman bir hikâye yazmaya koyulsam, hikâyeyi disipline sokacak yerde ben onun disiplinine uymayı, beni nereye isterse oraya götürmesini isterim. Şiir yazdığım zamanlarda da aynısını düşünüyordum: Şiirin ille de bir şey anlatmasından yana değildim. Şimdi aynını hikâye için de söyleyebilirim, çünkü ille de bir şeyler anlatma kaygısı, -bana öyle geliyor ki- hikâyedeki dile, üsluba, başka bir benzetmeyle söyleyecek olursam hikâyenin kokusuna/tadına zarar veriyor. Benim bazı hikâyecilerde bulamadığım, o yüzden de birkaç hikâyesini okuduktan sonra bırakıp dönmediğim şey bu işte: O tat, o koku, o rayiha…
Bence anlatacak bir hikâyeniz yoksa yazmamalısınız. Kimse kimsenin şakağına silah dayayıp yazmasını istemiyor. Kaldı ki, edebiyata ille de hizmet etmek istiyorsanız bunu iyi bir okur olarak da yapabilirsiniz. Doğrusu ben, okuduğum çok güzel bir hikâyeden (ya da romandan, denemeden) aldığım doyumu/tadı “yazma eylemi”ne değişmem. Harika bir hikâye okumuşsam daha çok mutlu olurum. O hikâyeyi ille de benim yazmış olmam gerekmez ki!
Hatta bu yazıyı bile!