Bizdekilerin fuar olmaktan çok birer panayır, hatta pazaryeri gibi bir şey olduklarını daha önce da burada ya da başka bir yerde yazmış mıydım, hatırlamıyorum. Fuar adı altında beni en çok rencide eden, ya da “artık rencide etmeye başlayan” şey, yazarların/şairlerin yayınevlerinin daracık stantlarında yan yana oturup okur beklemeleri, önleri sıra gelip geçenleri akvaryumdaki balıkları seyreder gibi izlemeleri. Hele yüzlerini yeni yeni tanıtmaya çalışan, henüz ilk kitaplarını okurlarla tanıştırmak isteyen tıfılların o takma kibarlıkları yok mu, deli ediyor beni. Fakat yapacak bir şey yok, sistem böyle istiyor ve istediğini yaptırıyor.
Birkaç yıl önce bize yakın bir ilde kitaplarımın bazılarını yayımlayan yayınevi marifetiyle dandik bir ‘fuar’a katılmak zorunda kaldım. Zorunda kaldım, çünkü orada sıkışıp kalmış birkaç yazar dostumu görebilme ihtimali vardı. Neyse, stantta iki kişiydik. Yanımdaki, yayınevinin kadın yazarlarındandı. Fakat ne yazar! Bir esnaf çocuğu olarak mal alıp satmayı az çok ben de bilirim ama o… O tam bir felaketti. Önünden geçmeyegörün; adeta kolunuzdan tutup çekiyordu sizi. Özellikle de ergen ortaokul kızlarını… Öyle çok konuşarak markaja alıyordu ki, iki adım arkasında onu şaşkınlık içinde izleyen stant görevlisi gençler bile illallah demeye başlamıştı. Böyle birkaç kez tekrarlayınca oturduğum yerden kalkıp kapağı yakınlardaki çay ocağına attım.
Benzerini İzmir Kitap Fuarında yaşadım. Önünden geçtiğim bir (gene kadın!) yazar, elindeki kitapları bana doğru uzatıp “Beyefendi, buyurmaz mısınız, bunları size imzalayabilirim” dedi. Az ötesindeki masada beni tanıyan başka bir yazar vardı. Eliyle ağzını örtüp “pazarcı”yı, “Yazar o, yazar, yazar… Şşşt, bırak, yazar o!” diye uyarmaya çalıştı ama… Yanına gidip, “Bunu kendinize nasıl yakıştırıyorsunuz? Yazarlığın da bir onuru vardır hanımefendi,” diye çıkıştım.
Haa, bir de kendi kitaplarını kendi tanıtan/satan “bağımsız yazar”lar var. Yani kitapları herhangi bir yayınevinden çıkmamış yazarlar… Önlerindeki masada hem kitapları, hem tıpkı semt dolmuşçularının para koyup aldıkları küçük birer çikolata kutuları oluyor. Bunlar genellikle (Tarık Dursun K.’nın deyişiyle) “yerel yazarlar”. Fuarların belki de en onmaz köşesinde okurlarını beklerken görüyoruz onları. Yazık ki pek itibar görmüyorlar. İster büyük kentlerde ister taşrada, okur kitlesi yüzüne medyadan alışık olduğu yazarları/şairleri tercih ediyor.
Epey oldu: İstanbul’un çok bilinen bir kolejindeki imza ve söyleşi günümde öğrenciler, billboardlarda O. Pamuk’un dev posterlerinin görülmesini nasıl karşıladığımı sordular. “Hiç hoş değil,” deseydim karşılık olarak bana ne diyeceklerini tahmin ettiğimden “Bence çok hoş,” dedim, “o billboardlarda palabıyıklı birilerini görmektense O. Pamuk gibi yakışıklı birini görmek daha iyi.” Konuyu edebiyata, doğru cümle kurmaya, kapitalist pazarın dolambaçlı tartışmalarına getirmeden savuşturdum. Yıllar sonra, Bodrum’da bir kolejde öğrencilerin basit sorularıma bile yanıt verememelerinin nedeni olarak “Efendim, siz tanınmış birisiniz, öğrenciler karşınızda heyecanlanmıştır” yanıtı getirilince… Kitap denen kültür nesnesinin bu ülkede ihtiyaç sıralamasında 235. olmasına şaşırmamak gerektiğini anladım.
Burada, imgelem’de bile neden yazıp durduğumu hâlâ anlamış değilim zaten.
Fuarlarda ve diğer etkinliklerde yazarlarin imza için beklemesi hoş bir durum değil.Peki, çözüm ne olabilir? Bence edebiyatın tanıtımı başlı başına bir sörün.