Yazdan artakalanlar Kışlacık ve Yaylak köyü rotasında. Modern akışkan dünyada, çağdaş şehirlerde yaşarken içimizden atamadığımız belirsizliklerden ve güvensizliklerden sıyrılmaya gidiyoruz. Bugünkü rotamızda dağ meyvelerinden oluşan bir şölen olacak. Böğürtlen, kuşburnu, karamık… “Her şey, her şey güzeldi, gözyaşı, dünya, zaman/Böğürtlen topladığım ıssız, tozlu köy yolu/Güzel günlerim vardı yağmurlarla ıslanan…” (Turgut Uyar)
İçimizdeki kaçma arzusu, patikaların ve sallanan kolların ritmiyle harekete geçer. Doğanın enginliğinin çağrısına kapılıp Yol Arkadaşım Dağcılık Kulübü ile Çubuk Yaylak köyüne doğru yola koyulduk. İçimizdeki uykulu coşku nidası ile Yaylak köyünden yürüyüşe başladık. Ankara’nın Çubuk ilçesine bağlı köyler (Kışlacık, Yaylak, Ahurlar, Okçular, Çatköy) 1402’de Ankara Savaşı’nda Yıldırım Bayezid tarafından kullanılmış. Köyler de adlarını kullanım şekline göre almış. Kışlacık, karargâh ; Yaylak, hayvan otlakları; Ahurlar, ahırların bulunduğu mevkii; Okçular ve Çatköy de Osmanlı ordusunun okçuları yerleştirdikleri yerlermiş. Çubuk, Anadolu’nun Türkler tarafından ilk fethedilen bölgelerinden biridir. Selçuklu komutanı Çubuk Bey tarafından ele geçirildiği ve adının da buradan geldiği söylenir. İlçenin tamamında Oğuz boyundan gelen Türkmenler yaşıyormuş.
Evliya Çelebi Seyahatname’sinde, 17.yüzyılın Çubuk ovasını on gün gezdiğini anlatır. İlk güz başlamış yapraklarda. Yaz güneşinin kızgın ışıkları bozkırı kavururken soldurmuş renklerini. Doğa, hafif esen rüzgârıyla bir eylül şarkısı mırıldanıyor. Eşlik ediyoruz şarkıya. Kimi zaman dudaklarımızdan dökülüyor, kimi zaman da hüznümüzden. Hüzün, kahkahadan büyüktür, derler. Doğada yürürken dalıp gidiyorum, hayallerimin efendisi oluyorum. Hepimiz aynı manzaraya bakıp aynı çizgide yürüyoruz ama aynı ağaçları görmüyoruz. Rotadaki ilk ağaca rastladığımda onu selamlıyorum, yolumuz açık rotamız şen olsun diye.
Kışlacık Yaylasında Böğürtlen Şöleni
Yabani otların arasından yavaş yavaş tırmanıyoruz. Kışlacık yaylasına yaklaştığımızda kayaların yanı başında her budağından sürgün veren salkım saçak böğürtlenlere rastlıyoruz. Şifadır diyerek, elimize batan dikenlerine aldırmadan yiyoruz. Böğürtlenler koruyacakları bir ruh seçerlermiş ama kibir ile yaklaşmamak lâzımmış. Verecekleri dersin ağır olduğunu mitolojik hikâyelerden çıkarıyoruz. Yunan mitolojisinin efsanevi kahramanı Bellerophontes’in verilen görevleri başarı ile tamamlar. Ama kibri ve küstahlığı tanrıları kızdırır. Bir gün Pegasus’a binerek Olympos’a çıkmaya kalkar. Zeus buna çok kızar ve Bellerophontes’in bindiği Pegasus’un üstüne bir at sineği yollar. Atın kuyruğunun altına yerleşen bu sinek atı ısırır ve at Bellerophontes’i üzerinden atar. Bellerophontes büyük bir hızla böğürtlen çalılarının içine düşer, hayatının sonuna kadar sakat ve kör biri olarak yaşar.
Kışlacık yaylasında terkedilmiş yayla evlerinin yalnızlığı yüreğimizi burkuyor. Güneyinde Yaylak yaylası var. Yaylalar Kavak dağında, buraya “Yukarı Dağ” diyorlar. Yöre halkı, Kışlacık yaylasını 2’ye ayırmış; Yukarı Yazı ve Aşağı Yazı. Yayla 1993 yılına kadar köylülere aitmiş, sonra devletin malı olmuş. “Yayla Tepe” dedikleri 1785 m rakımlı zirvede biraz soluklanıyoruz. Yeryüzü ayaklarımızın altında tüm ihtişamı ile serilmiş duruyor.
Yaylak ve Usta Göletlerinde Mola
Yüksek rakımlı Çubuk ormanlarından inişe geçiyoruz. Taş renginde, öte öte tükenmiş bir çekirge buluyorum ardımda kalanları beklerken. Çam ağaçlarının dallarına, ayaklarımın altına çılgınca yuvarlanan kozalaklara, türlü oyunlar kurarak şekilden şekile giren bulutlara bakarak belki bir haiku kurarım diye bekliyorum. Olmuyor, ben de çekirgeye Fukaku’nun dünyanın işleyişini anlatan dizeleriyle sesleniyorum. “Çekirge kabuğu/Gelirken çıplağız/Giderken de öyle” Çekirge, sonbaharı betimliyor. İnsan ve doğa sevgisini işleyen haikular Japon edebiyatının yapıtaşlarıdır.
Her adımımda dünya yankılanıyor gibi. Orman içinde ilerlerken kendimi mutlak bir sakinliğe teslim ediyorum. Sonbahar güneşinin tenimde bıraktığı ılıklığa benzer bir mutluluk sarmalıyor ruhumu. Sıcacık…Toplumsal tutkularla şişmiş ruhlarımızı ormanda attığımız her adımda sıyırır atarız. Yolun sonunda sadece kendimizde doğal olan kalır. “Güzel bir havada, güzel bir ülkede telaşa gelmeden yol yürümek ve yürüyüşün sonunda hoş bir manzarayla karşılaşmak, onca yaşam tarzı arasında zevkime en uygun olanı.” diyen Rousseau birçoğumuzun duygularını dile getirmiştir aslında.
Andezit kayaların, ahlatların, karaçamların, yere düşen meşe yapraklarının, ardıçların arasından inerken birdenbire Yaylak göleti görüş alanımıza giriyor. Sazlıkların arasından geçip kıyısına yanaşıyoruz. Kısa bir moladan sonra yola devam ediyoruz. Dönüş yolundayız artık. Yolumuz üstündeki Usta göletine de uğruyoruz. Su kıyılarında bir ferahlık yayılır içime. Dünyanın örüldüğü altın ipleri orada yakalar, suya o iplerle olta atarım. Bazen huzur bazen de umut takılır oltamın ucuna. Göl neyi vermek istiyorsa bana, onu çeker götürürüm yanımda.
Uzayan ağaç gölgelerinden geçip Yaylak köyüne giriyoruz. Semaverdeki çay yolun sonunda bizi bekleyen mutluluk. Kente dönerken elimde böğürtlen lekeleri, zihnimde taş şekilleri, ağaçların hatları, soluğumda çiçek kokuları, yüreğimde gölden altın iplerle çektiğim umut var. Yeni rotalarda “rast gele” diyorum.
Bravo. İçinde şiirin, mitolojinin, tarihi bilgilerin yer aldığı hoş bir gezi yazısı.Severek okudum.