Aslında ben ressam olmayı düşünüyordum. Babam, makine ressamı olmalısın, diyordu. O demeye devam etsin, ortaokuldaki Türkçe öğretmenimin etkisinde kalarak yazmaya merak saldım. Özellikle Kerime Nadir’in romanları okuyup okuyup benzer şeyler yazıyordum. Tabii sonunu bir türlü getiremiyor, tekrar okumaya dönüyordum. Araya aşklar, savrulmalar filan girdi, fakat liseye başlayınca gerçek edebiyatla tanıştım. Divan kalıplarıyla şiir yazdığımı bile hatırlarım. İlerleyen zaman içerisinde Yunus’u, Karacaoğlan’ı, Pir Sultan’ı tanıyınca onların etkisinde kalarak defterler dolusu karaladım. Toplumcu edebiyatla tanışmam, bir tarım amelesi sayesinde oldu. Anlattıklarıyla dönüştürdü beni. Sarstı. Ben o sıralar özellikle Oktay Akbal’ın deneme türündeki kitaplarını okuyordum. Montaigne ile tanışmamı ise bir sınıf arkadaşım sağladı. Ondan çok etkilendim. Dolayısıyla felsefeye yöneldim. Okul kütüphanemizdeki felsefe kitaplarının bazılarını adeta yuttum. Nitekim üniversite tercihimin başında İÜ Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü vardı. Olmadı tabii. Olsaydı, olabilseydi, bugün nerede olurdum bilmem. İçimde hâlâ ukdedir.
İlk şiirim (Tek Boyutlu Sevinin Şiiri) Türk Dili dergisinin Şubat 1977 tarihli sayısında yayımlandı. Sonra uzun süre arkası gelmedi, çünkü ülke ile birlikte ben de olabildiğince siyasileşmiştim. Edebiyat ikinci plana itilmişti. O zamanın gerçeği öyleymiş; bugün iyi ya da kötü demenin hiçbir anlamı yok.
Derken ilk şiir kitabım 1986 başında (Ateş Salıncağı) yayımlandı. O yılın üçüncü ayında yayın yaşamını İzmir’de sürdüren Dönemeç dergisine gidip gelmeye ve şiirden çok deneme türü yazılarımı yayımlamaya başladım. Tabiatıyla, oradan hareketle Varlık’tan Adam Sanat’a, birçok edebiyat dergisinde görülmeye başladım. Bugün geriye dönüp hatırlamaya çalıştığımda o zaman benimle birlikte yola çıkan birçoklarının bugün unutulup gittiğini üzülerek belirtmek isterim. Ben inat ettim. O zamanlar tanışma onuruna erdiğim ustalardan öğrenmeyi önemsedim. O yüzden başta Tarık Dursun K. olmak üzere Aziz Nesin’e, Attilâ İlhan’a, Hilmi Yavuz’a, Asım Bezirci’ye, Demirtaş Ceyhun’a ve daha nicelerine minnet duyuyorum. Edebiyata bizden önce emek ve eser vermiş ustalara vefa beslemek, edebiyatın edebidir.
Ortaokul ikinci sınıftayken iki kadının benimle ilgili sözlerini hatırlıyorum: “Bak, şu çocuk var ya, bu çocuk büyüyünce yazar olacak, görürsün bak.” Peki, oldum mu? Yayımlanmış kitaplarıma bakarak öyle diyorlar ama bana sorarsanız o sıfatı taşımanın çok zor olduğunu düşünüyorum. O yüzden -biliyorum, bana çok kızıyorlar ama- iki çiziktirip el çabukluğu marifet kendi kendilerine “yazar-şair” payesi verenleri anlayamıyorum.
N’apalım, canları sağ olsun!