Ümran Baran’ı 1958 yılında tanıdım. Ben o sıralar Trabzon Lisesi’nde öğrenciydim. Bir yandan da Hâkimiyet gazetesinde çalışıyordum. Siyasal ortam hayli gergindi. Adnan Menderes’in Demokrat Parti’si gemi azıya almış, gözükara gidiyordu. Siyasal iktidar, CHP’nin sert muhalefeti karşısında her geçen gün baskı yöntemlerini artırıyor, karşıt görüşlere son derece hoşgörüsüz davranıyordu. Gazetelere sansür uygulanıyor, Oktay Ekşi ve Sadun Tanju gibi dönemin muhalif kalemleri, iktidar yanlısı silahlı zorbaların saldırısına uğruyordu. Bununla da yetinilmiyor, CHP Genel Başkanı ve “Garp Cephesi Komutanı” İsmet İnönü’nün yolu kesiliyor, Himmetdede İstasyonu’nda saldırıya uğruyor, Uşak’ta başına taş yağdırılıyordu!
İş artık iyice şirazesinden çıkmış, ülkenin dört bir yanında DP iktidarına karşı özgürlük ve demokrasi kavgası başlamıştı. Bu kavga, genç bir devrimci olarak beni de içine çekiyordu. CHP’nin aktif bir üyesi olan Ümran Baran, aynı zamanda çok etkili bir hatipti. Parti kongrelerinde yaptığı konuşmaları haberleştirmemiz için Hâkimiyet gazetesine uğradığında söyleşirdik. Benim yurt ve dünya sorunlarına yakın ilgimi görünce ziyaretlerini sıklaştırmıştı. Bir süre sonra beni de CHP’nin mahalle toplantılarına “konuşmacı” olarak götürmeye başladı. Artık Hasan Saka gibi duayen politikacıların önünde “nutuk atmaya başlamıştım!
“HAKİKATI KONUŞMAKTAN KORKMAYINIZ”
Ümran Baran, politikacılığının yanı sıra gazeteciliğe de yakın ilgi duyuyordu. Bu ilgi onu, 1959 yılında haftalık Ses gazetesini çıkarmaya yöneltti. Benim çalıştığım Hâkimiyet gazetesinin basımevinde dizilip basılan Ses, Ümran’la dostluğumuza “mesleksel” bir boyut kazandırdı. Artık çok sık görüşüyor, bu birliktelik sürecinde ortak ilgi alanlarımızı genişletmeye çalışıyorduk.
Ses’in 14 Kasım 1959 tarihini taşıyan ilk sayısının başlık kenarında büyük harflerle Atatürk’ün şu özdeyişi yer alıyordu: “HAKİKATİ KONUŞMAKTAN KORKMAYINIZ”.
Ümran Baran, politika ve gazetecilik yaşamında hep bu ilkeye bağlı kaldı; koşullar ne olursa olsun gerçeği haykırmaktan geri durmadı. Zaman zaman karşılaştığı sıkıntıların kaynağında ise bu açıksözlülüğünün önemli payı vardı.
Ses, CHP’yi destekleyen bir yayın çizgisi izliyordu. Zaten 1960 öncesinde Türkiye’de devrimci, ilerici, Atatürkçü çizgiyi temsil eden tek siyasal örgüt CHP idi. Legal sosyalist hareket henüz ortalıkta yoktu. Böyleyken, Ümran Baran, CHP’nin “babadan oğula geçen” eskimiş, bürokratik kadrolarını kıyasıya eleştirmekten çekinmiyordu.
Ses gazetesi her zaman “ilericilerin sesi” oldu. Kendisi CHP’li olmasına karşın, gazetesini fanatik ve bağımlı bir “parti yayını” yapmak istemedi. Ses’in basın yaşamındaki etkisi ve saygınlığı da buradan geliyordu.
ASKERİ MÜDAHALENİN AYAK SESLERİ
DP iktidarına karşı 1958-1959 yılları arasında ayak sesleri duyulan askeri müdahale, sonunda 27 Mayıs 1960’ta geldi. Baskıcı Celal Bayar-Adnan Menderes yönetimine son veren bu müdahale, ülkede özgürlüklere açılan bambaşka bir siyasal iklim yarattı.
27 Mayıs Hareketi’nden sonra toplumun düşünsel ve siyasal yaşamında köklü değişiklikler gerçekleşti. Bunun basın yaşamında da kimi yansımalarının olması kaçınılmazdı. DP’yi tutan yayın organlarının süngüsü düşmüş, Ses gibi muhalif gazetelerin etkinliği artmıştı. Ümran Baran, 27 Mayıs’a inanan bir siyasetçi-gazeteci olarak Trabzon’da yeni dönemin sözcülüğünü üstlenmişti.
Ses gazetesinde ben de ara sıra yazıyordum. Profesyonel olarak başka bir yayın organında çalıştığım için bu gazeteye fazla bir katkım olmadı. Benim Ses’le gönül bağım, daha çok Ümran’la olan dostluğumdan dolayı idi. Gazete, Ortahisar’daki Olcay Basımevi’ne taşındıktan sonra günlük çıkmaya başladı. O sıralar çoğu akşamlar Ses’in bürosuna gider, Ümran’la sabahlara dek uzayan sıcak söyleşilere dalardık.
Ümran Baran’ın sert görünümlü siyasal kimliğinin altında son derece yumuşak, sevecen, konuşkan bir kişilik gizliydi. Yakın arkadaşları onun bu özelliğini bildiklerinden, coşku ve incelik dolu söyleşilerinden büyük tat alırlardı.
Ümran’ın siyasal içerikli güçlü polemik yazılarının yanı sıra yazınsal denemeleri de vardı. Olcay Basımevi’ndeki “gece yarısı söyleşileri”mizin konusu her zaman politika olmazdı. Genellikle koyu bir romantizmin egemen olduğu; şiirin, yazının, güzel sanatların tüm dallarının harmanlandığı söyleşilerimizde, Ümran’ın gizli ozanlığını da keşfetmiştim. Esrik gecelerinde, Attilâ İlhan’ın “Pia”sı, “Aysel”i, “Doktor Sabiha”sı düşmezdi dilinden. O duygu yüklü gecelerde ürettiği “Gönderemediğim Mektuplar”, genellikle imzasız yayımladığı “mensur şiir” denemeleriydi…
ZOR YILLAR
27 Mayıs’ın basın alanındaki önemli bir atılımı, 212 sayılı Yasa’nın çıkarılması olmuştu. Özellikle “çalışan gazetecilerin hakları”nı güvence altına alan ve dönemin Babıâli patronlarının büyük tepkisine, hatta üç günlük boykotuna yol açan bu yasa, “27 Mayıs’çıların gazetecilere bir armağanı” olarak değerlendirilmişti.
Basınla ilgili ikinci temel düzenlemeyi ise Basın-İlan Kurumu’nun kuruluşu oluşturuyordu. DP’nin özellikle son dönemlerinde “resmi ilanlar”, siyasal iktidarca gazeteler üzerinde baskı aracı olarak kullanılmaya başlanmış; bu yolla bir yandan “besleme basın” türetilirken, öte yandan muhalif yayın organları susturularak toplum yaşamından silinmeye çalışılmıştı. 27 Mayıs yönetimi, bu keyfi ve partizanca uygulamaya son vermek amacıyla Basın-İlan Kurumu’nu kurdu. Artık gazetelere kamu ilanları verilirken birtakım nesnel ölçütlere uyulacak, gazete ve dergiler, “ilan pastası”ndan, siyasal çizgilerine bakılmaksızın, hakça pay alacaklardı. Ancak bu uygulama da kısa sürede yozlaştırıldı. Gazetelerin, Yönetmelik gereği uymaları gereken koşulları denetleyecek Denetleme Kurulları’nın öznel ve yanlı tutumları yüzünden kimi yayın organları mağdur edildi. Ses de bu uygulamadan zarar gören gazeteler arasındaydı. İçeriği zengin ve nitelikli olduğu halde, teknik altyapısının yetersizliği nedeniyle Yönetmeliğin öngördüğü kimi koşulları yerine getiremeyen Ses, resmi ilan alamayınca 1962 yılının sonunda yayınını noktalamak zorunda kaldı ve Ümran Baran’ın dört yıl süren gazetecilik macerası böylece sona ermiş oldu.
Ne var ki içindeki “gazetecilik tutkusu” hiç sönmeyecek, yıllar sonra göçmen işçi olarak gittiği Avustralya’da yayımlayacağı Yorum gazetesiyle bu sevdasına yeniden kavuşacaktı.
ABD’DE TEHLİKELİ OPERASYON
Ümran Baran, Ses’i kapattıktan sonra ailesiyle Ankara’ya göç eder; T. Çimento Sanayi İşletmesi’nin Kavaklıdere’deki Genel Müdürlük binasında Basın Uzmanı olarak çalışmaya başlar. 1963 yılında hastalanır. Tanısı tam konulamayan bu sayrılık nedeniyle yaşamından umut kesilince, dostlarının ve işyerinin yardımıyla, ABD’de “umutsuz hastalar”ın sağaltım gördüğü bir sağlık kuruluşuna -bir çeşit “kobay” olarak- gönderilir.
Ümran Baran, Washington yakınlarındaki sayrılarevinde bıçak altına yatmayı beklerken, bir yandan da otuz yıllık yaşantısının bir değerlendirmesini yapar. Dürüstçe sorgular kendini. Yanlışlarını, eksiklerini, boşa geçirdiği günlerini düşünür ve ameliyat masasından sağ kalkarsa, bundan sonraki tüm yaşamını emekçi halkın mutluluğu için harcayacağına ant içer.
ABD’de sekiz saat süren çok ağır bir ameliyattan sonra yeniden sağlığına kavuşmuş olarak yurda döner. Ancak sayrılığın kalıntıları ve bıktırıcı ağrıları yaşamı boyunca yakasını bırakmaz. O yüzden sürekli “ölüm” düşüncesiyle yaşamayı sürdürür…
İLK BÜYÜK TRAVMA
27 Mayıs sonrasında CHP bize dar gelmeye başlamıştı. Artık Türkiye İşçi Partisi (TİP) vardı! Ümran da ben de kendimizi “yeni devrimci dalga”nın ve TİP’in doğal üyesi olarak görüyorduk.
Ümran Baran yurda dönünce Türkiye İşçi Partisi’ne üye olmuştu. Biraz da onun yüreklendirmesiyle Trabzon’da sosyalist bir çevre oluşturmaya başladık. Başlangıçta küçük bir öbektik. Daha sonra katılan başka arkadaşların da yardımıyla 1965 seçimlerinden önce TİP’in Trabzon İl Örgütü’nü kurmayı başardık. Ümran Baran Ankara’da yaşadığı ve devlet memuru olduğu için partinin Trabzon kurucuları arasında yer alamadı. Ancak kuruluş çalışmalarına büyük destek verdi. Birkaç ay sonra da 10 Ekim 1965 Milletvekili genel seçimlerinde Trabzon’dan adaylığını koyarak aramıza katıldı.
Ümran Baran, 1965-1967 yılları arasında Ankara’dan, neredeyse her hafta (bazen de günaşırı) yazdığı mektuplarda tüm duygularını, düşüncelerini, özlemlerini, umutlarını, düşlerini olanca içtenliği ile anlattı bana. Bu mektuplar, Ümran’ın iç dünyasını olduğu kadar, Türkiye İşçi Partisi’nin Trabzon’daki çalışmalarına verdiği katkıyı göstermesi bakımından da çok önemlidir.
Ümran, yerinde duramayan, durağanlıktan hoşlanmayan, bürokraside çalışmaktan nefret eden çok devingen bir insandı. Sürekli yeni arayışlar içindeydi. 1966 yılında Malatya’da toplanan TİP’in 2. Büyük Kongresi’nden sonra Genel Merkez yönetimiyle arası açıldı. Kongreden hemen sonra, “Parti içi demokrasiyi bozacak biçimde davrandığı” gerekçesiyle disiplin kuruluna verildi. Merkez Haysiyet Divanı, Ümran Baran’a “partiden kesin çıkarma cezası” verdi. Ümran Baran’la birlikte, aralarında Rasih Nuri İleri, Naci Ormanlar, Sevinç Özgüner, Vahap Erdoğdu, Süleyman Ege gibi tanınmış sosyalistlerin de bulunduğu 12 parti üyesi de aynı gün TİP’ten çıkarıldı…
Ümran Baran, hak etmediğini düşündüğü bu ağır cezanın psikolojik etkilerini uzun süre üzerinden atamadı. Çok sıkıldığı Çimento Sanayii’ndeki işinden de ayrılınca maddi sıkıntı yaşamaya başladı. Ümran’ın bundan sonra Ankara’da geçirdiği yıllar, bana göre “kayıp yıllar”dır. TİP’ten atılınca politikadan soğudu. Ne Türkiye Öğretmenler Sendikası’ndaki görevi (1967) ne daha sonra Sermet Çağan’la giriştiği “Yenişehir Tiyatrosu” denemesi (1968), TİP’in kuruluşundaki coşku ve umut dolu günleri geri getirebildi. Ümran Baran, itilmişlik duygusuyla, adım adım koyu bir yalnızlığa ve mutsuzluğa sürüklendi…
YURTTAŞLIKTAN ÇIKARILIYOR
Ülkede 12 Mart darbesi yapılmıştı ve Ümran Baran ciddi bir bunalım içindeydi. İşsiz, parasız ve yalnızdı. 1974 yılının Şubat ayında ani bir kararla Avustralya’ya göç eder.
Yurtdışında geçirdiği yıllar, onu yeniden sosyalist inançlarıyla buluşturacak, yaşamının bundan sonraki bölümünde, sanki 60’lı yılların savaşımcı Ümran Baran’ı geri gelecektir….
Ümran Baran, yerleştiği Sydney’de ilk olarak Türk Halkevi’ni kurar. Avustralya’daki Türk toplumunun sorunlarına çözüm aramaya çalışır. 1979 yılında Avustralya Demokratik Türk Dernekleri Federasyonu kurucuları arasında yer alır ve kapanıncaya dek bu kuruluşun başkanlığını yapar.
Yorum gazetesi, Ümran’ın yurtdışında bir bakıma “yeniden doğuşu”nun da simgesiydi. O, bu gazeteyle yaşama tutunmuş, Türkiye’de ağır baskı koşullarında sürdürülen devrimci savaşıma omuz vermiş, son nefesine değin emekçi halkın ve devrimci güçlerin yanında olmuştu…
Ne var ki Türkiye’de artık 12 Eylül darbesi gerçekleşmiştir. Ümran Baran, gazetesinde 12 Eylül yönetiminin faşizan uygulamalarını eleştirince, Ilıcak’ların Tercüman gazetesi kışkırtıcı yayınlar yapmaya başlar. Bu yayınların da etkisiyle Yorum’un Türkiye’ye sokulması yasaklanır. Bununla da yetinilmez, Sydney Başkonsolosluğu’ndan kendisine “yurda dön” çağrısı gelir. Ümran Baran’ın, gerekçesi bile belirtilmeyen bu çağrıya verdiği yanıt çok nettir:
“12 Eylül’den önceki siyasal ve toplumsal teröre nasıl karşı çıktıysam, 12 Eylül’le gelen faşizan davranışlara, devlet terörüne, baskılara, zulümlere, işkencelere, idamlara da aynı şekilde karşı çıktım. Bu karşı çıkışım, kırk küsur yıl yurttaşı olduğum Türk ulusuna duyduğum içten sevginin, bağlılığın sonucu olduğu kadar, uygar insanlığa, demokratik anlayışa ve özgür düşünceye beslediğim saygının da doğal anlatımıdır.”
Ümran Baran, bu yanıttan sonra, Bakanlar Kurulu kararıyla TC yurttaşlığından çıkarılır. Bu olay, 1967 yılında TİP’ten çıkarılmasından sonra Ümran Baran’ı derinden yaralayan ikinci büyük darbedir. Yaşamının sonuna doğru dostlarına yazdığı mektuplarda, “yurt özlemi” ve “ölüm” duygusu kendini iyiden iyiye duyumsatır.
Sezgilerinde de yanılmaz. 6 Temmuz 1990 günü, yorgun ve yaralı yüreği birden duruverir. Ertesi gün, doğup büyüdüğü kentten ve ülkesinden çok uzaklarda, Okyanusya’daki bir adada, “dalından koparılmış bir zerdali gibi” toprağa verilir. Geride büyük inançlarını, umutlarını, özlemlerini bırakarak bir başka yolculuğa çıkar…
“NÂZIM’A GİTTİ”
Ümran Baran’ın Avustralya’daki yaşamını yakından izleme olanağım olmadı. Siyasal yazgımız, onu Avustralya’da “vatansız” yaşamaya iterken beni de kendi öz yurdumda “tutsak” durumuna düşürmüştü. Aslında o dışarda ben içerde, ikimiz de sürgün ve gurbetçiydik! Çok az haberleşebildik. Ama Vera Hikmet’ten Ruhi Su’ya, Melike Demirağ’dan Ataol Behramoğlu’na, Âşık İhsani’den Metin Demirtaş’a, Türkiye’den kimin yolu Avustralya’ya düştüyse, sevgili Ümran hepsini sınırsız bir dostlukla kucaklayıp bağrına bastı; evini ve sofrasını onlarla paylaştı.
Ünlü yazarlarımızla, sanatçılarımızla çok sıcak ilişkiler, kalıcı dostluklar kurdu. Hepsinin içten sevgisini, saygısını, güvenini kazandı. Nâzım Hikmet’in eşi Vera’nın, “Sana çok şey borçluyum!” demekten kendini alamadığı Ümran Baran’a, Türkiye Cumhuriyeti’nin de en azından bir “yurttaşlık borcu” olduğunu anımsatmak istiyorum. Ümran Baran gibi bir Türkiye sevdalısını yurttaşlıktan çıkaranlar, bu ülkeye en büyük kötülüğü yapanlardır!
Ümran Baran devrimciydi, yurtseverdi. Nâzım Hikmet, onun idolüydü. Yazgıları da benzeşti bir bakıma. 12 Mart’tan sonra ülke dışında yaşamak zorunda kaldı. 12 Eylül’de yurttaşlıktan çıkarıldı, sürgünde Türkiye özlemi çekerek “vatansız” ölmeye mahkûm edildi. 30 yıl önce 6 Temmuz 1990’da aramızdan ayrıldı.
Kim bilir, belki de Vera’nın dediği gibi, “Nâzım’a gitti…”
ATTILA AŞUT
Sevgili Attila Ağabey, bu güzel insanın ismini duymuştum, büyük olasılıkla senden duymuş olmalıyım. Bu güzel yazınla onu biraz daha yakından tanımış oldum. Halkını, yurdunu böylesine seven, gördüğü gerçeği söylemekten geri durmayan onurlu, cesur ne kadar çok insanımız bu şekilde heba edildi, edilmeye devam ediyor. Saygıyla anıyorum.
Çok değerli ağabeyim Attila Aşut,
Belleğinize, kaleminize sağlık.
Saygı, sevgi ve dostlukla.
Sedat Uysal
Yüreğinize sağlık.
“O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık.”
Saygılarımla…
Umran abi dunyanin bir ucunda Turkiye isci sinifinin yaninda bizlere de isik oldu; egitti, ogretti, arkadas, yoldas oldu; anisi onunde saygi ile eğilmek yapilacaklarin en azi olur.