imgelem ANI Ne Zaman Ankara’ya Yolum Düşse…

Ne Zaman Ankara’ya Yolum Düşse…

1980’lerin Ankara’sı benim için Kızılay, Ulus ve Rüzgarlı Sokak üçgeninde doyumsuz bir şehirdi. Kızılay’da kitapçılar, Mülkiye’nin bahçesi, Ast’ın olduğu tiyatro ve tabii ki TÖB-DER merkezinin bulunduğu Demirkapı’daki öğretmenlerin buluştuğu lokal…

Bir de tabii Emek’teki Basın Yayı Yüksek Okulu vardı. Saat 13:00’de eğitim görevim bitince, Yenimahalle Yetiştirme Yurdu’ndan oraya da koşar adım giderdim. 1981’de bu okulu bitirdiğimde 1980 Askeri darbe olmuş, YÖK devreye girmişti bile.

Darbeden sonra birden hayatın ritmi değişmiş, Cuntanın tutuklamaları başlamıştı.
Bir gün önce gördüğünüz arkadaşınız ertesi gün kayıplara karışıyor, haftalarca ve hatta aylarca haber alamadığınız oluyordu. Sonra öyle olağan bir hal oldu ki polise düşmeyen, DAL şubesinden geçip kendini Mamak’ta bulmayan kalmadı gibi.

Aynı mahallede oturduğumuz arkadaşımızın gece yarısı polis tarafından götürüldüğü, diğer arkadaşlarının arandığı haberleri nerdeyse artık olağan bir duruma dönüşmüştü. Bu furyadan, benim de içinde olduğum Birlik Dayanışma grubu da nasibini almış, onlarca arkadaş gizli örgüt üyesi olmak suçlamasıyla gözaltına alınmıştı.
Derler ya faşizm uygulamaları her yerde aynı diye, geçen gün yazar İsabel Allende, ( Şili’de 1973’de faşist Pinoche taraftarlarınca öldürülen Salvador Allende’nin yeğeni.) Cumhuriyet Dergi’deki söyleşisinde, o tarihte Şili’de olanları anlatırken nasıl da bizimkine benziyor, dedim kendi kendime.

Allende, “…İlk gün çok ürkütücüydü, çünkü çok beklenmedikti. Helikopterler, sarayın bombalanması, ateş açılması, kitapların yakılması, insanların tutuklanması ve kamyonlara tıkıştırılmaları. Bunların hepsi korkunçtu.” Diyordu o söyleşide. Ben de anımsıyorum, 1980’nin ilk saatlerini ilk aylarını… Şili’den farkımız yoktu nerdeyse. Sadece burada Çankaya Köşkü bombalanmıyor, ya da Cunta’ya direnecek bir yürekli politikacı çıkmıyordu.
Fark buydu ama bu da az şey değildi ki. Gerçi Demirel, Ecevit ve diğer liderler tutuklanmadı değil, ama bu o kadar pasif ve karşı koymayan bir tavırdı ki, Cunta’nın umurunda bile değildi. Cunta kafasına koymuştu, her demokratik örgütlenmeyi, bu yapılar içinde yer alanları düşman, yasa dışı sayıyor, bunların hepsini içeri tıkmayı istiyordu. Bunu da her gün yapılan baskınlar, tutuklanmalarla ortaya koyuyordu.

Oturduğumuz Basın Sitesi semtinden gece yarıları geçen cemseler, askeri konvoylar, siren çalmadan baskına giden polis arabaları nerdeyse gecenin kasvetini tamamlayan bir korku oyunu gibiydi. Bizler bu seslerden hayra alamet iyi şeylerin olmadığını anlıyorduk.

Aylar ilerledikçe, cunta hazırlıklarını biraz daha tamamlamış olmalı ki insan avı daha çoğaldı, tutuklananların sayısına artık yetişemez olduk. Gece geçen cemseler arttı, Mamak’tan gelen işkence haberleri, Emniyetin Dal Şubesi’nden geçen insan sayısındaki artışla dilden dile dolaşan hikâyeler çoğaldı. Nerdeyse benim birlikte çalıştığımız gruptan tutuklanmayan kalmamış gibiydi. Kalanlar da adres değiştirip kaçak konuma düşenlerdi. Bunlardan biri de bendim. Yıllarca çalışıp kazandığım öğretmenlik mesleğim beşinci yılında ülkenin kötü ve demokrasi dışı yönetilmesinin ceremesini çekiyor ve ben hiçbir güvence olmadan mesleği bırakmak zorunda kalıyordum.

Onlarca öğretmen ve yönetici olan arkadaşım o dönem yürürlükte olan 141 ve 142 maddelerden dolayı dörder, beşer yıl hapis yattı, çoğu işinden oldu. Hatta bazıları eşlerinden ayrılmak zorunda kaldı. Çünkü polis arama işini o kadar ileri götürmüştü ki evlere pusu kuruluyor, gelen giden şubeye götürülerek bilgi alınıyordu. Bu da aileler üzerinde muazzam bir baskıydı sonuçta. Tam bir insan avı günleri yaşanıyordu.

**

Peki, sonra ne oldu? Rakamları biliyorsunuz altı yüz bin insan tutuklandı, elliden fazla insan idam edildi, binlerce insan işinden edildi. Üzerinden kırk yıldan fazla bir zaman geçti. Bu gün her şey daha iyi oldu diyebilir misiniz?

Bu büyük plan sonlandı, pek çok demokratik çalışmayı suç sayan yasalar kalktı ve o beş yıl yatanlar devletten alacaklı oldu. O gün Komünist Parti’den, başkaca demokratik örgütlerden korkanlar demokrasi olgusu içinde bunların olduğunu gördü. Şiddete bulaşmamış her siyasi etkinliğin belli kurallar içinde olması gerektiği gerçeği ortaya çıktı.

Biz işimizi gücümüzü bırakanlar türlü badireler atlattıktan sonra bir şekilde işlerimize döndü veya benim gibi başka işlere başladı. Mesela benim belediyede çalışmam tümüyle bu darbenin marifetidir. Bu arada 1982’de bütün o hercü merç içinde İletişim Fakültesini bitirmiş oldum. ( Girdiğim Yıl 1978’de Basın Yayı Yüksek Okulu İdi.)

Şimdi Ankara’ya gittiğimde gene Kızılay’a gidiyorum, Mülkiye’nin bahçesine özlemle bakıyorum. Sakarya Caddesi’nde birahaneleri, kitapevlerini gözüm arıyor. En çok da Selahattin Koçak’la yürürken “.. ana caddeden gitmeyelim polis görür!” Deyişimizdeki ‘profesyonel kaçak’(!) tavrımız aklıma geliyor ve kendi kendime gülmeye başlıyorum. Ne kadar naif duygulara sahipmişiz…

Ne dersek diyelim Ankara bizim gibi insanlar için bagajımızın yarısı demektir; ilk devrim rüyalarımızın görüldüğü yer, ilk aşklarımızın yaşandığı şehir, ilk üniversite, ilk siyasi faaliyet denemelerimizin ana beşiğiydi bu şehir…

Şimdi Kızılay’dan Ulus’a yürümek, ya da akşam Ast’ın bir oyunu için Demirkapı semtinde beklemek, sabahın hafif serinliğinde Basın Sitesi’ne giden dolmuşa binmek…Oradan çoğu geceler polis arabası geldi mi, gelmedi mi diye kulak kabarttığımız ve bu yüzden uykumuzun çoğunu heba ettiğimiz o güzel evimize varmak, oraya sığınmak…
Demişler ya hayatımız unuttuklarımız ve hatırladıklarımızın toplamıdır diye. Şöyle bir tuşa bastık şimdilik hatırladıklarımız bunlar oldu. Ankara benim için hep güzel bir yerde duran, devrim düşlerinin şehridir. Dostlarla, arkadaşlarla her şartta yardımlaşmanın, kimseye ihanet etmemenin, yoldaşça dayanışmanın şehri aynı zamanda.

Her ne kadar her an polise düşüp işkencelere maruz kalacağım günleri aylarca yaşamış olsam da…

Cevap bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir