Bana ve benim gibilere böyle bir kader mi yazılmış, diyeceğim; diyemiyorum. Ama uhrevi söylemden kurtararak söyleyecek olursam, evet, derim. Ben ve biz böyleyiz; kitaplarla yatıp kitaplarla kalkıyoruz. Böyle geldik, böyle gideceğiz, bu çok belli. Bu yaştan sonra yazıp çizmeyi, kitapların dünyasını bırakıp başka dünyalara yelken açmayız. Hesapta, ressam olacaktım ben, doğup büyüdüğüm köy irisi kasabada herkes biliyordu bunu. Bu çocuk büyüdüğünde kesinlikle ressam olur, diyorlardı. Kim bilir, belki de inanıyordum ben, ama olmadı, araya hayatın hiç beklenmedik bir ayrıntısı girdi ve dümdüz giden her şey kırılıverdi. Kitaplara merak saldım. 60’lı yılların ikinci yarısıydı. Herkesin nispeten mutlu olduğu zamanlardı. Sevgi sevgiydi, aşklar da aşk… İnsanlar birbirlerini daha çok seviyorlardı. 61 Anayasasının sağladığı görece özgürlük ortamında gökyüzü gerçekten mavi, kırlar yeşildi ve biz sokaklarda çember çevirip çelik-çomak oynuyorduk.
Kerime Nadir’in bazı romanlarını okuyordum. Handan’a ya da Nalan’a filan âşık oluyordum. Sonra okuduklarıma benzer ‘roman’lar yazmaya çalışıyordum. Tanrının günü amelelik yapan Kemal abi bir gün bana sosyalizmden, solculuktan, yoksuldan yana olmaktan filan söz etti. Birçok insan bir bardak çaya satılıyor, dedi. Büyük toprak sahiplerinin onların emeğini nasıl sömürdüklerini anlattı. Manisa ovasının o çıldırtan sıcağında bütün gün çapa yaptıktan sonra evlerine nasıl döndüklerini, yorgunluktan doğru düzgün yemek bile yiyemediklerini söyledi.
Yazmak, evet. Okumakla ve daha başka türden etkinliklerle beslenmedikten ama en önemlisi bir dünya görüşü edinmekten sonra kaç para eder? Hiç! Ezenlerden, sömürenlerden yana yazarsan, olsan olsan ancak soysuzun teki olursun, işte o kadar! Öyleyse Kerime Nadir’den başlamış da olsan o okumayı yukarı, daha yukarı taşımadıktan sonra sıç üstüne mantar bitsin.
Lise yıllarımdı. Şiir yazıyordum. Yakın zamana değin bazı yazılarını burada da okuduğunuz kadim dostum Salim Çetin, “Senin şiirlerinde düşünsel yoğunluk yok” der demez yeni bir kırılma başladı. Nâzım’ı. Neruda’yı, A. Arif’i, Hasan Hüseyin’i, Attilâ İlhan’ı okumaya başladım. Oktay Akbal’dan aldığım içtenlikli anlatımı o şairlerin düşünsel yoğunluklarıyla kaynaştırma çabasına girdim.
Çok doğru: Bu bir süreç. İstikrar gerektirir. Şöyle geriye dönüp bakın bir: imgelem’da ilk kez görünmemden bu yana sitede kimler yazmış, şimdi kaç kişi kalmış; bakın lütfen. Galiba moda oldu: Hani “yazmadan kâtip, gezmeden seyyah” derler ya, onun gibi. Şimdi Kadıköy’de, Kızılay’da, Kıbrıs Şehitleri Caddesinde mebzul miktarda var bunlardan. Kerametleri kendilerinden menkul. Birbirlerini goygoylayarak bir yere geleceklerini zanneden…
Besbelli ki bazı dostlarım çekti elini ayağını o çevrelerden. O çevrelerde arz-ı endam etmek yerine kitaplarını alıp kaçıyorlar bir yerlere. Bilgileri ve yetenekleri elverdiği kadar şiirler, hikâyeler, başka türlerde anlatılar karalıyorlar. Sözgelimi Karşıyaka’ya Son Vapur adlı harika çalışmasını kitaplaştıran Mustafa Özturanlı bunlardan yalnızca biri. Roman eleştiri ve tanıtımlarını her Cuma Hürriyet’in Kitap Sanat ekinde okuduğum Ömer Türkeş de öyle. Bazen eşiyle çıktığı yürüyüşlerde rastladığım İhsan Oktay Anar ha keza… Yalnızca kitaplarıyla meşguller. Edebiyat insanlarına yaraşır bir hayat sürüyorlar.