imgelem DENEME Küçük Anlar, Küçük Notlar

Küçük Anlar, Küçük Notlar

Babam, küçük bir çocukken ben ileride makine ressamı olacağımı söylerdi çevresine. Tabii bu, aynı zamanda bana da bir telkindi. Sebebi ise çok basit: Bulduğum her kâğıda resim çizerdim. Makine ressamlığının resim yeteneğinin yanı sıra sağlam bir matematik bilgisine de ihtiyaç duyduğunu öğrenir öğrenmez vazgeçtim. Zaten o sıralarda, yani ortaokul ilk sınıfında Türkçe öğretmenimiz imdadıma yetişti. Her dersten önce bize küçük hikâyeler okurdu. Dinlediklerime özendim, benzerlerini ben de yazmaya koyuldum. Fakat gerçekten taklit ederek yazdıklarım, Kerime Nadir’in romanlarıydı. Yazdıklarım dedimse öyle roman oylumunda şeyler değildi; beş-on sayfa filan, bilemedin on beş-yirmi…

Oktay Akbal’ın denemeleriyle karşılaşmam 60’lı yılların sonlarında oldu. Oktay Akbal’ın denemelerini okuyanlar bilirler; anılarla karışık sıcak anlatımıyla edebiyata hazırlar okurlarını. Kendisi gibi yazar ve şair dostlarıyla aralarında geçen konuşmalar, içki akşamları, küçük dedikodular, aşklar, yalnızlıklar… Alır götürür okurlarını.

Okuldan ya da mahalleden bir kıza âşık olmuşsanız işiniz iş derim. Çünkü derdinizi bir tek şiirle anlatabilir, içinizdeki yangınla baş edebilirsiniz. Benim de öyle oldu: Karacaoğlan’ı okudum onun gibi yazdım, Yunus’u okudum onun gibi yazdım, hatta kısa bir süre divan kalıplarıyla bile yazdım. Sonraları (70’li yılların ilk yarısıydı) ülkemizde yeni bir siyasi hava kendini hissettirmeye başlamıştı. Doğal olarak ben de o etkiyle devrimci liderlerin kitaplarını edinip okumaya başladım. Böyle böyle şiirden kopuyordum fakat Türk Dili dergisinin 1977/Şubat sayısında ilk şiirim yayımlanınca… Sonrası malum!

Bunları burada neden anlattığımı bilmiyorum. Belki de biliyorum. Fakat şurası kesin ki, şiir yazdığını zanneden birçokları şiir sanatının edebi sanatlar içinde en zor olanı olduğunu bilmiyor. Yazdıklarına çabucak inanıyor. Birçoklarının şiir geleneğimizden haberleri bile yok. Belleklerinde Yunus’tan, Karacaoğlan’dan, Fuzuli’den, Nâzım’dan, Yahya Kemal’den, Cansever’den iki dize yok. 80’li yılların ikinci yarısında Dönemeç dergisinin mutfağında çalışırken dergi bürosuna şiir getiren gençleri azıcık deştiğimde bu hazin manzarayla karşılaşmıştım. Öyleleri vardı ki, “Onları etkilenmemek için okumuyorum,” diyecek kadar kibirliydi. Hiç unutmam, Kitap Fuarındaki söyleşi programı için İzmir’e gelen Hilmi Yavuz, birlikte turlarken bana şöyle dedi: “Şimdiki gençlerin handikabı, kendilerine usta edinmemeleri. Oysa edebiyatta usta-çırak ilişkisi önemlidir.”

Yanlış mı? Bence doğru, hem de fazlasıyla doğru. Ben de şiir yazdığım zamanlarda Hilmi Yavuz’dan, Attilâ İlhan’dan, Nâzım’dan, onlardan da önce Yunus’tan, Karacaoğlan’dan, İlhan Berk’ten filan etkilenmiştim. Çünkü adlarını saydıklarım gerçekten de edebiyatımızın büyük çekim merkezleridir.

Şiirde kibir olmaz ayrıca.

Cevap bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir