Kendimi bildim bileli dostluk denen kavramın sıcak ikliminde yaşadım hep. Can arkadaşlarım oldu, onlar için ölümüne mücadele etmedim ama iyi olmaları yönünde elimden geleni yaptım.
Günlük yaşamda oluşan dostlarımın bir bölümü yatılı okuldaki arkadaşlarım, sonra üniversite, çalıştığımız işyerleri ve politik mücadele verdiğimiz gruplardaki kişilerden oluştu.
Ne güzel ki buralarda filizlenen dostluk ve arkadaşlık bir yaşama biçimi olarak sürüp gidiyor.
Gerçi şimdi düşünüyorum da yaşamın diyalektiği bazen karşı olduğunuz şeyleri de size yaptırmıyor değil.
Mesela üniversite günlerimde Aristo’ nun “Ey dostlarım! Dünyada dost yoktur.” cümlesinden yola çıkıp dostluğu hayatın mutlak bir güzelliği olarak görmeye karşı aykırı düşünceler ileri sürdüğüm günler de olmadı değil.
Sosyoloji dersinde hocam Barlas Tolon’ a bu ana fikirde, yani dostlukların hiç de öyle bildiğimiz gibi süreklilik arz etmediği yönünde bir kompozisyon yazıp beğenisini aldığımda nasıl da sevindiğimi şimdi bile anımsıyorum.
Dostluk gibi insana iyi olma duygusu aşılayan güzelliğin karşısında bir tutum alış…
Yalıtılmış, yaşadıklarına yabancılaşmış, yalnız bir insana güzelleme…
Dostlukları bütün yoğunluğu ile yaşayan birinden bu yönde bir düşünce…
Nasıl yapmışım?
Şimdi bakınca ben de kendime inanamıyorum!
Sırf tartışmanın şehvetine kapılıp kötülüğü savunmak bu olsa gerek.
Gerçi Aristo’ nun bu cümlesinde dile getirilenleri şimdilerde tümden yok sayamıyoruz.
Çağın getirdiklerinden; yalnızlaşma, bireyin her şeyin üstünde tutulması…
Bunlar da günümüzün trendleri…
Oysa hepimiz biliyoruz ki, teklifsiz uğradığınız bir arkadaş, dertlerinizi sakınmasız konuşabildiğiniz bir dost, sıkıntıya girdiğinizde yanında gördüğünüz bir el…
Her insana her canlıya iyi gelir, onu hayata bağlar, umutlarını diri tutar. Ruhen sağlıklı olmasına katkı sağlar.
Bundan daha iyi ne olabilir ki…
Bunun yerine her şeyden kuşku duyan, değerleri olmayan, yalnız ve bencil bir insan tipi…
Herhalde tercih bu olmamalı!
Geçenlerde internette gördüğüm bir makalede hüzünlü bir dostluk hikâyesi vardı: Savaşın en kızgın anı. Askerlerden biri siperde kurşunlara hedef oluyor, arkadaşı onu oradan almaya gidecek, teğmen ‘ gitme’ diyor, ‘ kurşunlar seni de parçalar.’
Arkadaşını kanlar içinde siperde kıvranırken gören asker teğmeni dinler mi, sürünerek siperdeki arkadaşını alıp kendi yanlarına getiriyor.
Ancak arkadaşı çoktan ölmüştür.
Teğmen, ‘değdi mi?’ dediğinde asker, “hiçbir şey yapamasam bile, onun son cümlelerini duymak benim için her şeye değer.’ diyor.
Ölen askerin son cümlesi mi?
‘ Yanıma geleceğini biliyordum’ olur.
***
Geçen gün Gazete Duvar’ da Sibel Oral’ ın Ferit Edgü ile röportajını okurken dostluk kavramının güzelliğini ve derinliğini yeniden duyumsadım:
Yaşlanınca mı ne, birine gösterilen dostluk duygusu, hiç tanımadığım birine yapılan bir iyilik, hak hukuku gözeten bir özen, sanki bana yapılmış gibi sevince boğulmama neden oluyor. Taraflardan biri benmişim gibi bir anda dünyanın en mutlu insanlarından bir oluveriyorum.
Hele bu edebiyat dünyasındaysa sevincim kat be kat artıyor.
Yazının başında da söylediğim gibi Ferit Edgü ile yapılan röportajda beni çeken, bir büyük yazarın başka bir yazar için söyledikleriydi. Hepimize iyi gelecek olan bir dostluk hikâyesiydi.
Konuşmada Edgü, dostu Orhan Duru ile olan edebiyat arkadaşlığını, dostluğunu öyle güzel dile getirmiş ki.
Oysa biliriz ki edebiyat uğraşısı bireysel yaratıcılığa dayanıyor, oturup tek başınıza bir eser ortaya koyuyorsunuz.
Sonra bunun basımı, okuyucuya ulaştırılması, tanıtımı gibi bir dizi süreç işliyor.
Bunlar da çoğunlukla rekabete açıktır.
Yazarlar bu yüzden birbirlerini hazzetmezler. Yazdıkları diğer yazarın hoşuna gitmeyebilir, inandığı toplumsal kesimin düşüncesi farklı olabilir.
Hatta kitaplarını yayınlattığı yayınevlerinin piyasadaki rekabeti bile dostluğun aşağıya çekilmesinde etken olabilir.
Ama Ferit Edgü, Orhan Duru dostluğu öyle değil.
1950’ Li YILLARIN EDEBİYATÇI KUŞAĞI
Acılar ve baskılarla yoğrulmuş 1950’ kuşağının bu iki büyük yazarı; arkadaşlığı, güzel dostluğu, dayanışmayı sonuna kadar yaşamış.
Zaten bu güzel dostluk Ferit Edgü’ nün kaleminden, “Orhan Duru Ölmeden Önce- Öldükten Sonra” adıyla kitaba dönüşmüş.
Sibel Oral’ ın yaptığı röportaj, bu kitabı anlatıyordu.
Söyleşi uzun, ama kısaca özetlemem gerekirse; Edgü, 2009 yılında aramızdan ayrılmış olan öykücü, deneme ve çeviri kitapları olan Orhan Duru’ dan sevgiyle söz ediyor, iyi bir yazar olduğunu dile getiriyor. Orhan Duru ile hem edebiyatta hem de günlük hayatta dost olduklarının altını çiziyor.
Duru’ nun, 50 kuşağı içinde önemli bir yere sahip olduğunu, böyle olmasına karşın yaşadığı dönemde anlaşılamadığını, yeterince okunup irdelenmediğini de ekliyor.
Bir yazarın bir başka yazar için kurduğu incelikli cümleler, arkadaşının hakkını teslim eden, yazarlığından övgüyle söz eden değerlendirmeler…
Ayrıca bu edebiyat dostluğunun arka planındaki toplumsal değerlendirmeleri de görebiliyorsunuz.
Bu ülkenin yazarlarının, aydınlarının ne büyük bedeller ödediğini, nasıl yıkıma uğratıldıkları bir kez daha aynanın önüne geliyor.
Bunca acıya bu insanların nasıl dayandıkları sizi bir kez daha hayrete düşürüyor, onlara olan saygınız katlanarak artıyor.
Bilindiği gibi 1950 kuşağı yazarları içinde; Adnan Özyalçıner, Ferit Edgü, Orhan Duru, Demirtaş Ceyhun, Erdal Öz, Nezihe Meriç, Yusuf Atılgan, Leyla Erbil, Onat Kutlar, Bilge Karasu gibi pek çok yazar yer alıyor.
Hepsi o yılların iktidarlarından olmadık baskı görmüş, kimisi hapis yatmış, kimisi sürgüne gönderilmiş, kimisi de sansüre takılmış…
Tabii şimdi bir cümleyle anlatılan bu gerçeğin altında onlarca hikâye var. Zaman zaman değişik kaynaklardan bunları okuyoruz ve çoğuna yüreğimiz dayanmıyor.
Sanatla uğraşmak böyle bir şey, ille de gerçeğin peşinde koşacak, gördüğünüz hakikati söyleyeceksiniz.
Bu da sizi daha baştan var olan düzene muhalif kılıyor.
Bu konuda ülkemiz zengin bir birikime sahip; imparatorluktan Ulus devlete geçiş, Batılı değerleri önceleyen devrimlerin gerçekleştirilmesi, dinin kamusal alandan bireylerin özel dünyasına geçişi gibi pek çok devasa konu ve uygulama toplumsal yapıda büyük tartışmaları da beraberinde getirmiş.
Bu nedenle bir çok kesim eski düzenin kalmasından yana tavır almış, kimisi de batılı değerleri benimseyen yeni uygulamalardan yana çıkmış.
Bir birine karşı gelişen bu tavır alışları biz edebiyat alanında olduğu kadar siyasi yapılarda da görebiliyoruz.
Kimi buradan bir Doğu- Batı sorunu üretiyor, kimi geçmişe güzellemeler yapıyor, kimi İslami değerlere geri dönüşün özlemlerini diri tutmanın çalışmasını yapıyor.
Büyük bir kesim ise Cumhuriyetin getirdiği değerleri savunmanın peşinde koşuyor.
BASKILAR VE YAZARLAR…
Ferit Edgü ve Orhan Duru da pek çok 50 kuşağı yazarı gibi bu sorunlardan etkilenenlerden.
Bu etkinin bir kısmını, yapıtlarda toplumsal gerçekçilik anlayışının yerine, bireyin sorunlarını önceleyen, kapalı ve soyut bir anlatımın tercih edilmesi olarak görmek mümkün mü?
İşte, Varlık dergisinin 2016 yılı Aralık sayısında Ali Özgür Özkarcı bunu yapıyor.
Tartışmaların ve beraberinde getirdiği baskı ve sindirmenin edebiyatımızdaki yansımalarını inceliyor.
Haliyle sanat ve edebiyattaki bu dip dalgasının izi, örnekler ve isimler verilerek zikredilmiş.
Özetlemek gerekirse, Tanzimat’ tan bu yana Osmanlı’ nın değişimi için aydınların seferber olduğu bilinmeyen bir sır değil. Saraya muhalif aydınlar Batılı değerlerin gelmesiyle Osmanlı’ nın kurtulacağına; yazdıkları tiyatro, şiir ve romanlarda açık açık dile getiriyor.
İşte Özkarcı, bu misyonun içeriğini ve yol haritasını bize çiziyor.
O dönem, edebiyatın nerdeyse bir büyün olarak topluma ‘fikir enjekte eden’ konumda olduğunun altını çiziyor.
Tanzimat döneminde; Şinasi, Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi yazdıkları romanlar ve diğer edebi eserlerle Batı’ ya kafa tutan ama aynı zamanda toplumun Batı gibi olmasının da yolunu açmak isteyen yazarlar olduklarını belirtiyor.
Bu yazarların eserlerinde misyona uygun olarak yazılan şiirlerin ‘hitap eden ve çağıran ‘ üsluba sahip olduğu, yazılan tiyatro eserlerinin toplumsal mühendisliği besleyen mesajlar içerdiğinin altını çiziyor.
Gene aynı dönemin önemli şairleri Tevfik Fikret’ in, Abdülhak Hamit’ in şiirlerinde bu tonu görmenin mümkün olduğunu bize söylüyor. Bu tolumu düzeltmeye dönük misyonun devam eden aralıkta Nazım’ ın şiirinde de görülüyor.
Yahya Kemal ise geçmişin izlerini şiirine taşıyanlardan olmuştur.
1940- 50’ lerde Reşat Nuri, Yakup Kadri, Halide Edip gibi yazarlar da roman ve yazıları ile Cumhuriyetin halka götürülmesi konusunda misyonu sürdüren yazarlardan.
Bilindiği Frederic Jameson da Özkarcı’ ya destek olan görüşleri çok önce dile getirmiş, ulus kurma dönemlerinde edebiyatın hemen her zaman siyasetle iç içe olduğunu ve bünyesinde siyasi tartışmaları barındırdığını söylemiştir.
1980 SONRASI POST MODERN SÜREÇ DEVREYE GİRİYOR.
Ancak sonraki süreçte, modernitenin tekçi ve mono blok ulus anlayışının yerini Post modern kavramında yer bulan; çok kimlikli ve farklı kesimlerden oluşan bir toplum anlayışı, sınıfsal mücadelelerin olması gibi pek çok etken, sanatçının devleti destekleyen tavrında değişime neden oluyor.
Artık sanatçı devleti her şekilde destekleyen biri değil, eleştiren biridir.
Dolayısıyla 1950’ lere kadar ulus devletin gelişmesinin yanında yer alan önemli misyon üstlenen yazar, devletten bağımsız davranıyor.
Bu kez devletten sanatçıya baskılar artıyor.
Özkarcı bu süreci edebiyatın üslup, içerik ve yazım anlayışındaki değişimler üzerinden inceliyor.
Sait Faik’ le başlayan küçük adamın serüvenleri bu sürecin ilk işaretleri olarak görülebilir.
Artık, devletin kutsanmasına dayanan anlatıların yerini, sıradan insanın sorunları almıştır.
Vüs’at O Bener, Bilge Karasu, Demir Özlü, Sait Faik gibi yazarlar bu ekolun içinde olanlardandır.
Sait Faik’ in “Lüzumsuz Adamı”nda anlattıkları, Modernlik ve Batılılaşma karşısında ‘ ..işe yaramayan, öfkeli ve ironik bir insan” ın çırpınışıdır.
Keza Sebahattin Ali romanlarında da bu temaları görmek mümkün.
Oğuz Atay’ ın Tutunamayanlar’ ı, Yusuf Atılgan’ nın Aylak Adamı bu geleneğin devamıdır.
Aylak Adam’ daki Zebercet kentte sıkışmış, küçülmüş, aykırı insan tipine örnektir.
Ece Ayhan, devletle kavgası keza böyledir.
1950 sonrası “İkinci Yeni şiirinin biçimsel bakımdan dizge değiştirmesi, yeni bir imgesel tekniği tercih etmesi” de bu dip dalganın etkisine bağlanıyor.
Zira; (…) Ferit Edgü’ nün kaçkınlığının[*], Orhan Duru’ nun bırakılmış birisinin psikolojisi içinde” olması da gene bu büyük etkinin sonucuna olarak okunuyor.
Özkarcı, şiirimizde ‘kentli serseri’ tip’ i, Attila İlhan, devamında ‘kentli marjinali’i Küçük İskender şiirinin temsil ettiğini söylüyor.
Sonuçta bütün bu gelişmeler ulus devlet kavramı içindeki terminolojilerden biri olan aydın kavramında da değişime neden oluyor, Aydın gidiyor yerine entelektüel kavramı geliyor.
Edward Said’ in deyimiyle yazar sürgün ve marjinaldir artık.
1930’ larda devletin himayesinde bir takım makamlara gelen yazarları biliyoruz.
1950’ lerde de bu durumu görüyoruz.
Sonraki yıllarda gerçek yazar özerk bir konuma geçmiştir. Devlet himayesi en azından açıktan olamıyor artık.
Başta söylenmişti, yazar sürgün olmayı, dışlanmayı ve marjinal kalmayı göze alır hale gelmiştir.
Cemal Süreya’ nın sürgünlüğü, Ece Ayhan’ nın marjinal olması bu ayrımın örnekleri olsa gerektir.
Kısaca devletin antidemokratik baskısı kriminal terimle ifade edilenlerin dışına taşıyor, edebiyata konu olduğu kadar, siyasi yapıda yeni yol ayrımlarına neden oluyor.
Biz bu yazıda edebiyattaki bir bölümünün izini sürmeye çalıştık.
YAZAR DOSLUKLARI….
Tekrar Röportaja dönecek olursak, “Sevgili iktidarların hep hışmına uğradığı” gerçeğini önemle belirtiyor Edgü.
Özellikle Menderes döneminde bu baskıların daha da arttığından söz ediyor.
Buna karşın bu büyük yazarlar bir birleriyle olan dostluklarını korumasını bilmişler.
Ferit Edgü ile Orhan Duru dostluğunda olduğu gibi.
Yazarların kavgaları olduğu kadar birbirleriyle olan dostluklarına ilişkin sayısız örnek verilebilir.
Rıfat Ilgaz’a “Sana abi diyebildiğim için bahtiyarım” diyebilen bir Ahmet Arif, “Tarık Dursun benim ustamdır, demeyi her yerde gururla söyleyen Aydoğan Yavaşlı, Livaneli ve Yaşar Kemal dostluğu benim aklıma ilk gelenlerden.
Hüseyin Yurttaş- Ahmet Günbaş- Hidayet Karakuş dostlukları hakeza…
Daha nice güzel dostluklar var…
Dileyelim bu dostluklar çoğalsın ve bunlar kitaplaşarak bizlere ulaşsın.
Ferit Edgü’ nün yaptığı gibi.
Ferit Edgü’ ye seksen beş yaşında büyük bir yazar, aynı zamanda dostlarına sadık biri.
Okuyunca bu hissi duyumsuyorsunuz.
O iyi olma hali size de bulaşıyor.
Biz de bu vesile ile Ferit Edgü’ ye – eğer kabul ederse-okuyucu dostlarından biri olarak saygımızı, sevgimizi sunuyoruz.
Kendisine dostlarıyla birlikte güzel yaşlar diliyoruz.
* Ferit Edgü’nün Kaçkınlar kitabının I. Kaçkın Öndeyiş bölümü şu paragrafla başlar: “… Bir hücreye tıktılar. Soluktu, sapsarıydı ışık. Tepeden geliyordu. Köşede yatan adamı gördüm. Sırtım kapıya dayalıydı. Bıraktıkları gibi. Dövecekler sanmıştım. Ama dövmediler. Ense köküm ağrıyor. Çok ağrıyor. Gene de rahatım. Oyuncakçının camını kırdım diye getirdiler beni buraya. Birisi de lokantanın duvarına işemiş. Herkesin içinde çıkarıp… Oh, oh… gülüyorlardı dışarda. Beni buraya getirene anlattı. Sarı bıyıklısı, Oh oh, iki deli yan yana, dedi.. Gülüştüler. İşte o. Yatan o olacak. İşemiş. Herkesin içinde. Herkesin. Bense…”