“Hatırlamak için yavaşlar, unutmak için hızlanırız”
Albert Camus
Sosyolojinin kurucusu İbn Haldun zirvelerde Mukaddime adlı eseriyle bir rüzgar estirirken biz de dünya edebiyatında salgının izlerini sürüp geçmişten bugüne akalım. İbn Haldun göre: “Suyun suya benzemesinden daha çok geçmiş geleceğe ve hale benzer.” Tarihi süreçleri belirleyen olaylar kendi biricikliğine sahiptir. Geçmiş bugüne suyun suya benzemesinden daha çok benziyorsa, tarihsel alanda benzer tavırlar benzer sonuçlar çıkarıyor şeklinde düşünebiliriz. Zaman yolcuları olan bizler bu akışın içinde değişimi yaşayan bilinçleriz. Akış içinde biriktirdiğimiz tecrübeleri ve hafızayı yerinde kullanabilirsek geleceği inşa edebiliriz. Geçmişe dönüp dünya edebiyatının pandemik hastalıkları konu edinen romanlarına bir göz atalım.
Salgın Hastalıklardan Biri: Onulmaz Veba
Ölüm ve hayat. Birbirini tamamlayan bu muhteşem ikili… Salgının izini sürerken Albert Camus’un Veba’sına yakalanıyorum ilk olarak.
Veba, Cezayir kıyılarındaki Oran kentinde başlayan veba salgınını konu alıyor. Hayatın ve ölümün hikayesi Dr. Rieaux’un günlüğünden aktarılır okuyucuya. Kitap Daniel Defoe’nun bir sözü ile başlar.: “Bir hapsedilmişliği başka bir hapsedilmişlikle göstermek, gerçekte var olan herhangi bir şeyi, var olmayan bir şeyle göstermek kadar mantığa uygundur.” 1940’lı yıllar, Doktor Bernard Rieux vebayı ilk hisseden ve ona karşı mücadele eden insanlardan. Şehir kısa sürede fareler ve fare leşleriyle baş edemez duruma geliyor. Kente giriş çıkışlar yasaklanıyor. Ölü sayısı o kadar artıyor ki toplu halde gömülme işlemleri yapılıyor. En kolay bulaşma yöntemi olan yakınlaşma, dokunma , kucaklaşma yasaklanıyor. Karantinaya alınan şehirden, bir kurşunla ölmeyi göze alan kaçışlar başlıyor. İnsanlar, umutla umutsuzluk arasında bir yerde hastaneye mi yoksa kiliseye mi sığınacaklarına karar veremiyor… Sevgililerin arasına da veba giriyor. Önceleri büyük bir sıkıntıyla karşılanan veba ölümleri, sayı arttıkça sıradanlaşıyor. Ölen çocuklar, çaresizlik, yalnızlık, korku, mücadele…İnsanları kontrolüne alan ve kendi düzenini kuran hastalığın yaşamı gölgesinde nasıl bıraktığına tanık oluyoruz satır aralarında. Ölen insanlar hızla unutuluyorlar. Ardından gelen acı ile umutta unutuluyor. İnsanlar zaman ilerledikçe yalnızlaşıyorlar. Veba sonunda yanında götürdüğü binlerce hayatla birlikte Oran’ı terkediyor. Bu savaş,roman kahramanlarının sabrı, direnişi, fedakarlıkları, vebanın soğuk yüzünün sıcak sevgiliye tercih edilmesi ile kazanılıyor.
Şehirdeki coşkuyu izleyen Dr. Rieaux, her zaman tehdidin var olacağını düşünüyor. Veba mikrobunun yıllar boyunca uykuya dalabileceğini ve bir gün yine insanları yola getirmek için vebanın farelerini uyandırıp mutlu bir şehre ölüme yollayacağını biliyor. Kitaptaki metaforda asıl konu insan varoluşunun sınırlarını anlamak. Ölümle yüz yüze geldiğimizde özgürlüğümüzün hayattaki kararlarımızın temeli oluşunu anlarız. İçimizdeki en korkulması gereken veba mikrobu bencillik, duyarsızlık ve kibirdir.
Ölüm Gongunun Sesi Körlük’e Tutsak Ediyor
Kör olmak ne iyi şeydir.
Kapalı gözleriniz
çevrili içinize,
kıyısında oturup bakarsınız
içinizde dalgalanan denize.
Kapalı gözleriniz çevrili içinize…
Nazım Hikmet
Sıradanlık hafızayı zayıflatırken, gözleri de kör edebilir. Veba’dan sonra başka bir salgının izinde beyaz körlüğe yakalanıyorum. Salgın hastalıklar ve toplumsal yapının mekanizması ile ilgili ikinci roman. Jose Saramago’nun Körlük romanı insanlığın ne kadar kırılgan bir yapıya sahip olduğunu anlatıyor.
İsimsiz bir ülkede, isimsiz bir kentte kırmızı ışıkta arabası ile bekleyen adam birdenbire kör olur. Körlük, tedavi için gittiği doktora da bulaşarak bir salgın hastalık gibi tüm kente yayılır. Salgından etkilenmeyen tek kişi doktorun karısıdır. Hükumet, körleri eski bir akıl hastanesinde karantinaya alır. Doktoru almaya geldiklerinde karısı da kör olduğunu söyleyerek onunla gider. Herkesin kör olduğu bir yerde bir tek o görür ve her an o da hastalığa yakalanacağı korkusu ile yaşar. Salgın ilerledikçe kimse karantina bölgesine yaklaşmak istemez. Beyaz körlüğe yakalananlar kendi kurallarını koymaya ve hayatta kalmaya çalışırlar. Düzen tamamen bozulur.
Kaotik bir hikayenin içine girer okuyucu. Çeteler kurulur, güçlü olan hayatta kalır. Etik değerler ve insan onurunun düellosu başlar. Kötülük ve şiddetin hakim olduğu distopik dünya farkedilmeyeni gözümüze sokar. Beyaz körlük gözlerimizi yakar. Doktorun karısı çete liderini öldürür ve herkes kaçar. Beyaz Körlük hastalığı da etkisini yavaş yavaş kaybeder ve herkes tekrardan görmeye başlar. Körlüğün ortadan kalkmasının nedeni, görmeye başlayan insanların kendilerini kör eden şeyin sistem olduğunu anlamaları ve o nedenle yeni bir düzen kurmaya karar vermeleridir. Körlere rehberlik eden doktorun karısı, hepimizin yerine gözleri açık kalan kişidir.Toplumda bir siluet gibi var olan insanların, beklenmedik bir felaket karşısında nasıl bencilleşerek değer yargılarını yitirdiğini görürüz.
“…Neden kör olduk, Bilmiyorum, bunun nedeni belki bir gün keşfedilir, Ne düşündüğümü söylememi ister misin, Söyle, Sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük, Gören körler mi, Gördüğü halde görmeyen körler mi…”
Kitabın sonlarındaki bu cümle, yarı karanlığa alışkın gözlerin karanlık köşelerindeki kötülüğün, sefilliğin gerçek dünya ile karşılaştığında yaşadığı geçici körlüğü anlatıyor. Hepimiz körmüşüz, sağduyumuz kalmamış gibi davranıyoruz. Umudun tükendiği bir dünyada yaşamanın asıl körlük olduğunu söyleyerek kızgın bir demir gibi dağlıyor gözlerimizi, Saramago.
“…bütün kötülük bir düzen kuramamış olmaktan kaynaklanıyor, her binada, her sokakta, her semtte bir düzen kurulması gerek, Bir hükumet gerek dedi karısı, Bir düzen, beden de belirli düzeni olan bir yapı, bu düzeni koruduğu sürece hayatta kalıyor, ölüme gelince, bu, düzenin bozulmasının getirdiği sonuçtan başka bir şey değil, Bir körler toplumu yaşamını sürdürebilmek için nasıl bir düzen kurabilir, Örgütlenerek, örgütlenmek bir bakıma görmeye başlamak demektir, haklısınız…” Görmek sorgulamak,yorumlamak, anlamak, karar vermek ve uygulamaktır.
Görünmezin Adı, Mahşer mi Virüs Mü?
“Günahların anası, kibirdi. Kibir, şeytanın insan ırkındaki dişi yönüydü. Daima üretken olan sessiz günah yumurtası. Kibir, Musa’yı üzümlerin kocaman olduğu Kenan Diyarı’ndan uzak tutmuştu. Susadığımızda bize taştan su çıkaran kimdi, diye sormuştu İsrailoğulları ve Musa, ben çıkardım, diye cevap vermişti.” ( Mahşer, Stephen King, sf.695)
Yıkıcı bir salgınla tüm dünyanın yokoluşun eşiğine geldiği ve insanların hayatta kalma mücadelesinin anlatıldığı post apokaliptik bir roman. Stephen King’in Mahşer’i de büyük can kayıplarına neden olan salgın hastalıkları konu edinen eserler arasında.Yazar der ki,
“ Karanlık seni seçmez, karanlık sana fısıldar ve kulak verip vermemek sadece senin elindedir.”
Biyolojik deneyler yapan bir kuruluşta işlerin ters gitmesi sonucu mutasyona uğramış ölümcül bir grip virüsü yayılmaya başlar. Kısa sürede domino etkisiyle insanların yüzde doksan dokuzunu yok edecek bir salgındır bu. Hayatta kalmayı başaranlar lider arayışına girerler. İyilik ve kötülüğün kaçınılmaz savaşıyla, sadece düşlerde varolabileceğini sandığımız karanlık bir hikayenin içine dalarız. İki lider adayı çıkar. Colorado’da bir halkevi kurmakta ısrar eden 108 yaşındaki hayırsever rahibe Abagail ve kötülükten başka bir şey düşünmeyen, kargaşadan mutlu olan şiddet yanlısı “kötü adam” Randall Flagg.
Yazar, Mahşer’den kişisel Vietnam’ım diye bahseder. Uygarlık yeniden kurulurken hırsın, kötülüğün ve şeytani olanın sözü geçmemeli diyor. Ama her uygarlık iddiasının da kötülüğe açık bir davetiye olduğunu hissettiriyor. Tanrı ve şeytanın boyut değiştiren ezeli savaşı.
Dilin Kırık Kadranı Hırsı Yutan Salgın Hastalıklar… Şahika
“Cehennem, umudunu kaybetmektir.”
A.J.Cronin
Dünyayı pençesinde kıvrandıran salgın hastalıkları konu alan kitaplardan biri de Şahika ( The Citadel ).Yazar Archibald Joseph Cronin bir tıp doktoru. Geçirdiği bir rahatsızlık sonrasında doktorluktan ayrılıp edebiyat dünyasına izlerini bırakmış. Roman, genç bir doktor olan Andrew Manson’un 1920’lerde salgın hastalıklar, fakirlik ve batıl inançlara karşı savaşını anlatıyor. Manson doktor olarak bir maden şirketinde işe başlar ve kendini bir salgın hastalığın kasıp kavurduğu bir köyde bulur.
“Hasta, Williams adındaki bir çelik ustasının karısı olan genç bir kadındı. Andrew deli gibi çarpan kalbiyle yatağın kenarına yaklaşırken içinde bulunduğu durumun ağırlığını hissetmeye başladı, hayatının dönüm noktasındaydı. Diğer öğrencilerle birlikte Profesör Lamplough’un gözetimindeki dersleri izlerken bu ânı defalarca hayal etmişti. Tek başınaydı, önündeki vakaya kimseden yardım almadan tanı koyması ve tedavi etmesi gerekiyordu. Ani bir sancıyla, böyle bir görev için fazla endişeli, tecrübesiz ve son derece hazırlıksız olduğunun farkına vardı.”
Kimse maden şirketine karşı koymaya cesaret edemez. Manson büyük bir cesaret örneği gösterip, içindeki büyük inançla umut dağıtmaya başlar. Hırslarına yenik düşen insanların yaşadıklarının bir örneği romandaki olaylar.
“Saygılı ,aşk dolu bir bakışla mezara bir kere daha baktıktan sonra döndü, yürüdü . Karşıda. Ufukta benek benek siyahlıklar vardı. Bir bulutun ucunu gördü . Kale mazgallarını andırıyordu ve ona , karşıdan, erişilmez bir Şahika gibi görünüyordu.”
“Bir şeylerin değerini ancak onlar için savaşmak zorunda kaldığında anlıyorsun.”
Kolera Günlerinde Aşk
Kendimi bildim bileli kentlerde insanlar
kurşunla değil, kararnamelerle öldürülüyor.
Gabriel Garcia Marquez
Hastalıklar, hayatımızı şekillendirirken duygu dolu öyküler çıkar ortaya. Covit-19 (Corona) virüsü dünyayı etkisi altına alırken, akla ünlü salgın kitaplarını ve filmlerini getirdi. Çağın getirdiği bilinmeyen hastalıklar ve insanlığın sonunu hazırlayan virüs salgınları sonunda, umudun girdiği komadan çıkmasını bekliyoruz.
19. yüzyılın sonunda romantik Florentino Ariza zengin bir tüccarın kızı olan Fermina Daza’ya aşık olur. 13 yaşındaki Fermina’ya gönderdiği ilk mektubun yanıtını beklerken yemeden içmeden kesilir, bayılma, ishal, kusma başlar. Belirtiler tıpkı kolera yıkımını andırmaktadır.
“…konuşmaz, yemez içmez olmuştu; geceleri sabaha dek yatağında dönüp duruyordu. Ama ilk mektubunun yanıtını beklemeye başlayınca, kaygısına ishaller, yeşil yeşil kusmalar karıştı; yön duygusunu yitirmişti, düşüp düşüp bayılıyordu. Annesi korkuya kapıldı, çünkü durumu aşk perişanlığına değil, kolera yıkımına benziyordu. … hastayı görür görmez telaşa kapıldı; çünkü nabzı düşmüş, güçlükle soluk alıyor, soğuk soğuk ecel terleri döküyordu. Ama muayene sonunda, ne ateşi olduğu, ne de bir yerinin ağrıdığı anlaşıldı. Duyduğu tek somut şey, bir an önce ölmek için dayanılmaz bir istekti. Önce onu, sonra da annesini kurnazca sorguya çekmesi, hekimin, aşk arazının koleranınkiyle aynı olduğunu bir kez daha doğrulamasına yetti. Sinirlerini yatıştırmak için ıhlamur yazdı, uzaklaşıp avunması için hava değişikliği salık verdi, ama Florentino Ariza’nın istediği tam tersiydi: acısının tadına varmak.”
Doktor muayene sonucunda Florentino’nun, belirtileri koleraya benzeyen aşk hastalığına tutulduğunu anlar ve hava değişimi önerir.
Durumu öğrenen kızın babası evlenmelerine izin vermez, Fermina’yı uzaklara gönderir. Fermina tekrar döndüğünde Florentino’ya olan aşkının küllendiğini anlar. Bölgede başlayan kolera salgını ile mücadele eden Dr. Juvenal Urbino ile evlenir. Florentino ilk aşkını unutmaz. İspanyollardan kalma kale ve surların, yine sömürge döneminde en heybetli çağlarını yaşamış, şimdi ise birer yıkıntı olan markilerin eski bakımsız saraylarının bulunduğu, yıkık damlarının üstünde kımıltısız akbabaların tünediği, çinko çatılı evlerde yoksulların yaşadığı, lağım sularının açıkta geçtiği, bu nedenle her an kolera ve diğer bulaşıcı hastalıkların pusuda beklediği, sıcak havanın yaseminlerin baş döndürücü kokusu ile daha bir ağırlaştığı eski bir kentte geçer hikaye.
Florentino, genç kıza aşkını ve sadakatini bir kez daha söylemek için Dr. Urbino’nun ölümünü bekler sabırla. 51 yıl, 9 ay, 4 gün. Florentino, sevdiği kadına yeniden kavuşabilmek için karşılığında hiçbir yanıt alamadığı hepsine numara verilmiş 132 mektup gönderir. Yarım yüz yıl bir an bile umutsuzluğa kapılmadan beklemiştir. Kolera, aşk acısının belirtilerini taşır ama aynı zamanda iki sevgilinin son günlerinde, kolera salgını varmış gibi sarı bayrak açılan bir gemiyle aşkı ve tutkuyu sonuna kadar yaşamanın metaforik simgesi olur.
Marquez, ülkesindeki onca zenginliğin içinde yok olan yoksulluğu, acıyı, tezatlıkları, toplumsal ikiyüzlülükleri, adaletsizlikleri buruk bir tatla anlatır. Tüm bunlara rağmen çiçek açmış badem ve portakal ağaçlarının, muz ağaçlarıyla bol yapraklı hintkirazlarının, gardenya ormanlarının güzelliklerini görmeyi ve kamelyaların kokusunu duymayı başaran insanlar da vardır. Gerçeğin sınırlarında dolaşan, tükenmek bilmeyen bir aşkın hikayesi. “…ölümden çok yaşamdı sınırsız olan.”
Demet Kurt Güngör