- Ursula K. Le Guin’den ZİHİNDE BİR DALGA - 22 Şubat 2023
- “BORGES’İN EVİNDE” - 13 Şubat 2023
- AYKIRI BİR KALEM: JOSE SARAMAGO - 11 Kasım 2022
Şu geçen günlerde zoom üzerinden bazı okulların öğrencileriyle kitaplarım üzerine söyleştik. Bana sorarsanız yüz yüze olmanın tadını vermiyor. Halen çalışıyor olsaydım meslek yaşamımın 46. yılını sürüyor olacaktım ama kitaplar sayesinde emekli olduktan sonra da okullardan ve çocuklardan hiç kopmadım. Onlarla yüz yüze konuşmanın, bazen yanıtlaması zor sorularını almanın tadı başka.
Çocuklar, yaptığımız söyleşilerin hemen birçoğunda ağırlıklı olarak yazma süreci hakkında soruyorlar. Neden yazıyorsunuz? Nasıl yazıyorsunuz? İlhamınızı nereden alıyorsunuz? Yazar olmasaydınız ne yapardınız? Filan kitabınızda kendinizi mi anlattınız? Yazmaya ne zaman başladınız? Genellikle bunları soruyorlar. Bazıları ise özel yaşamıma ya da siyasal düşüncelerime yönelik sorular… Bütün bunları yanıtlaması benim için hiç zor değil. Fakat sorular özel yaşamıma, politik eğilimlerime filan gelince verebileceğim ama vermeyi kesinlikle istemediğim o soruların yanıtlarının hiçbir işe yaramayacağının altını çiziyorum. Zaten öğretmen kardeşlerim de böylesi durumlarda öğrencilerini uyarıyorlar.
“Lütfen, yazdığınız türde de okuyun.” Bu, benim genç yazar kardeşlerime zaman zaman yaptığım bir tavsiye. Ben okuyorum. Çok başarılı bulduklarım da var, bulmadıklarım da. Fakat çeviri kitaplarla ilgili söyleyeceklerim var. Biliyorsunuz, özellikle batılılar, birbirlerini “bay/bayan” diye çağırırlar; “Bay Shannon”, “Bayan Allen” gibi… O kitapların birçoğunda mahalle papazı filan da vardır, tabiatıyla kiliseler, şapeller de… Kısacası, bizim gündelik yaşamımızda olmayan bir yığın ayrıntı… İnceleyin, siz de görürsünüz. Sizi bilmem ama ben bu gibi ayrıntılardan rahatsız oluyorum. Geçenlerde üç yaşını henüz doldurmuş olan torunum “Oh my God!” deyince size yazayım dedim. Sanırım biraz daha büyüdüğümde bana dede değil de “Bay Yavaşlı” diyecek.
Bir de şu: Galiba birileri, çocukların okur değil de bakar olmalarını istiyor. Son zamanlarda yayımlanan çocuk kitaplarına bakın lütfen: Bol resim, az yazı! Hem de ne resimler, ne grafikler… En çok iki A-4 sayfası tutan yazı, gerisi kocaman, renkli, hareketli resimler… Üstelik fiyatları da az buz değil. Bana öyle geliyor ki o “birileri”, çocukların uzun metinleri okumayı sevmediklerini keşfetmiş kendince, ya da okumayı sevmek yerine resimlere bakmayı tercih etmelerini sağlamaya çalışıyor.
Peki, bu olumsuzluklar karşısında çocuk edebiyatı türünde yazan yazarlarımız ne düşünüyor, ne yapıyor? Bu olumsuzlukları görmüyorlar mı? Tespit etmiyorlar mı? Doğru: Eden var, etmeyen var. Zamane çocukları böyle istiyor, ben de onlara uyuyorum, diyenler var, demeyenler var. Kendilerine “Çocuklara hangi kitapları okumaları için tavsiye edersiniz?” diye sorulduğunda tavsiye ettikleri 25 kitabın 23’ü yabancı yazarlardan olursa ve onlar da renkli resimlerle dopdoluysa çocuk edebiyatımızın sonu gelmiş demektir. Koparız. Birbirimizi anlayamadığımız zamanlar çoğalır. Anlayamayınca sevemeyiz. Sevemeyince kururuz. O zaman “Zamane çocukları bir tuhaf yav! Bir türlü diyalog kuramıyoruz” demenin hiçbir yararı kalmaz.
Yazarların zamanın kokusu doğru almaları, yazdıklarında bunu hissetmeleri iyi bir şey ama ben bazı yönsemelere tutsak olmamaları gerektiğine de inanıyor, bunu söylemeye çalışıyorum.