Yağmurla Gelen Güneş
“Kır çiçekleri ve manzara seyretmenin önemli bir kusuru var; bedavalar” Aldous Huxley
Kafka, “Kesintisiz bir rüya: Yol boyunca koşuyordu, onu göremiyordum, yalnızca koşarken nasıl sallandığını, tülünün uçuşmasını, ayaklarının yerden nasıl kesildiğini görüyordum” diyor Mavi Oktav Defterleri’nde. Güneşli bir sabah, ayaklarımızın altında rüzgarda ışıldayarak salınan otlar… Yürüyorum ayaklarım yerden kesilerek, tülüm yok..
Yol Arkadaşım Trekking Grubu ile Bolu Dörtdivan’daki eşsiz güzellikteki yaylalara doğru yola çıkıyoruz. Dağıl ve Güziran Yaylaları…Yürüyüş başladığında ılık bir yaz güneşi ağaçlardan yansıyarak tenime değiyor nazikçe. Her bölgenin kokusu farklı. Yavaşça içime çekiyorum kokuyu. Doğa ile aramızda bir bağ var. Sessizlik bizim lisanımız, anlaşıyoruz. Onun gerçekleştirdiği büyüye kapılmamak elde değil.
Dörtdivan’daki köylerin geçmişten bu yana yaylaya çıkmaları, kışın da kışlak olarak köylerinde oturmaları gelenekmiş. Oğuz Türklerinin Kayı boyundan olanların bir kısmı Dörtdivan ve çevresine yerleşmişler. Yerleştikleri bölgelere de Oğuz boylarına özgü adlar vermişler. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde, Sultan I. Alaaddin Keykubat’ın dağlarda divan kösü çaldırdığı ve bu yerlere divan denildiğini yazar.
“Kılıçözü, Alacaözü, Aladivan, Birdivan, Üçdivan… velhasıl Yedidivan’a varıncaya kadar nahiyeleri vardır. Hepsi dağlarda otururlar. Bu Türklerin (Divan) dedikleri de, Selçuklulardan Sultan Alaattin zamanında Bolu Beyi iken dağları fethettikçe gönü almak için divan edip kös çaldırdığı yerlerdir ki, halen Divan adı ile anılır yedi adet nahiyedir. Halkı asi ve bâği kimselerdir…”
Daha sonra divanlardan üçü küçük olduğu için kapatılmış ve dört tane kalmış. Bu yüzden bu bölgeye Dörtdivan denmiş.
Türk ve Altay mitolojisinde Güneş Kağanı olan Gün Han’ın saçtığı ışık ile güne başladık. Gün Han, Oğuz Kağan’ın ikinci eşinden olan oğluymuş. Bu bölgeye Gün Han’dan türeyen Kayı Boyu yerleşmiş. Altay Türkleri, insanları koruyan Suyla Han’ın da Güneş’in kırıntılarından yaratıldığına inanır. Güne, Gün Han ile başlayıp Bay Ülgen’in yağmuru ve sisi ile devam ettik. Bay Ülgen, yağmur yağdırır, gök cisimlerini yönetirmiş. Yürüyüşe Aydıncık köyünden başladık. Hafif bir eğimde yükselerek Dağıl yaylasına ulaştık. Orman içine girdiğimizde yağmur damlacıkları yavaş yavaş düşmeye başladı. Ağustos ayında böyle bir hava ile karşılaşacağımızı düşünmediğim için yedeklerimi ve yağmurluğumu araçta bırakmıştım. Yağmur epeyce hızlandığında arkadaşımdan aldığım, bana büyük gelen yağmurlukla ıslak bir kedi yavrusuna benzedim. Saçlarımdan, burnumun ucundan sular akıyordu. Sonra tepelerden gümüş bir rüzgarla sis indi. Esrarengiz bir hava vardı. Ufukları saran sis hüzün örtüsü gibi kapladı her yanımı. Yumak yumak sarmaladı bedenimi.
Dumanlı sisli hava, yağmurun altında inatla yürüyoruz. Yine de karmaşayı ve anlamsızlığı ardımızda bıraktığımız için keyifliyiz. Yeryüzünün soluğu olan sis, her şeye harika bir güzellik katıyor. İçime çekiyorum. Sisin soluğu soluğuma karışıyor. Avucumu sisle dolduruyorum. Güneş, sis perdesinin ardında kalmış. Ormana girip sık ağaçların altında öğle molasını veriyoruz. Ağaçlar öylesine sık ve yeşil ki, yağmur toprağa inmiyor. Daldan kopan bir su damlası gibiyim. Kuru giysim kalmadı. Titriyorum. Birkaç beden büyük, kuru bir tişört verdi bana grup liderimiz, güneş renginde.
Moladan sonra yola devam edip Güziran yaylasına ulaştık. Güziran, Osmanlıca bir sözcük. Aslı Güzeran. Zaman içinde Güziran şeklinde değişmiş. Geçen, geçici anlamını taşıyor. Dünyanın fark edemediğimiz ilerleyişi anlarda gizlidir. Belleğimizdeki resimleri yan yana koyarak yaşayıp algılıyoruz. Güzeran-ı hayat, bir rüya gibi olsa da zaman akışının dışına çıkarıyor beni. Bir zamanlar benim dokunduğum ağaca dokunanları, kırsalda at binenleri düşünüyorum. Yayla evleri terk edilmiş. Çoğu yıkılmaya yüz tutmuş ahşap yapılar. Hüzün bırakmıyor peşimi. Geçmiş ve şimdi, kendimi iki imgeyle karşı karşıya buluyorum. Rüzgar gibi savruluyorum, yanımda Suyla Han, güneşin kırıntısı kaplıyor her yanımı. Uyku ile uyanıklık arasında yürüyorum. Geçiciliğin süreğenliği avutmuyor beni. Bu dünyada serserice turluyoruz, önceden yaptığımız bir plan yok.
Susuz Göleti’ne doğru inişe geçtiğimizde sisli ufkun ardındaki güneşi görüyorum. Gelecek güzel günleri doğururmuş sis. Tepeden içimdeki sisli soluğu üflüyorum. Gölete düşüyor soluğum. Avucumu açıp içindeki güneş kırıntılarını savuruyorum havaya. Dünyanın gizli ritmini duyuyorum gölün kıyısında. Sis dağılırken suskunluğumuzdan sıyrılıyoruz. Dünya gerçek yüzünü gösteriyor. Güneş yeniden ısıtmaya başladı.
14 kilometrelik yürüyüşümüzün bitiminde semaverde tüten çayımız bizi bekliyor. Göğün ışığı altına serilip çaylarımızı yudumluyoruz. Güneşin yansımasını yakalayıp kirpiklerimin arasına gizliyorum, şarabın al rengini alarak batıyor. Ellerimi açıyorum. İçinden kıvılcımlı karanfil kokusu yayılıyor havaya. Parıltısız ve donuk kent yoluna bir yağmur damlası gibi düşüyorum. Birkaç mevsimi bir arada yaşadığımız bu muhteşem yürüyüş için teşekkürler. Göğünüzün ışığı hep parlasın, maviliğini yitirmesin. Yeni rotalarda buluşmak üzere…
Demet Kurt GÜNGÖR